Yaşadığımız hayatımızın içersinde neye ne kadar zaman ayırdığımız, aslında ne kadar yaşadığımızla doğru orantılıdır. Yapmak istediklerimizi gerçekleştirmek için ayırmamız gereken zaman..

-Anne? Sen ölecek misin?

-Günün birinde öleceğim, evet.

-Yalnız kalacağım. Ne kadar yaşayacaksın?

-Endişelenme. Çok uzun bir süre. 50 yıl.

-Seni seviyorum anne. Umarım hiç ölmezsin. Hiç.

***

-50 yıl uzun bir süre mi?

-Hiç sanmam.

Yukarıdaki iki diyalog, Yapay Zeka filminde “gerçek bir çocuk” olmak isteyen David’in önce annesine, sonra da bir süper oyuncak olan Teddy’e zamanı anlamak üzere sorduğu sorulardan oluşuyor. David gibi bir mecha olan Teddy için 50 yıllık süreç hiç de uzun değilken; ölümlü bir insan (orga) olan annesi içinse oldukça uzun bir zaman dilimini karşılıyor. O halde bir ömür, ne kadar uzundur?

Yaşadığımız hayatımızın içersinde neye ne kadar zaman ayırdığımız, aslında ne kadar yaşadığımızla doğru orantılıdır. Yapmak istediklerimizi gerçekleştirmek için ayırmamız gereken zaman, hayatımızın içersinden bir kısmını ona vermek kadar basit bir işken artık bu zamanı başka zaman dilimlerinden çalmak zorundayız; ailemiz, arkadaşlarımız, uykumuz, yemeğimiz… “Hoşça kal” demeden gitmek, iki saat az uyumak, daha hızlı yemek yemek; farkında olmadan normalleştirdiğimiz bu hızlandırmalar aslında ömrümüzden çaldığımız zamanın kendisi haline geldi. Doğduğumuz günden, öldüğümüz güne kadar belki hala aynı ortalama içersindeki bir süreç boyunca hayatta kalıyoruz; ama daha az yaşıyoruz. Üstelik bunu, modern bilimin tıp alanındaki gelişmeleri sayesinde -sözüm ona- daha uzun bir ömür içersinde gerçekleştiriyoruz.

Günümüzün modern toplumunun öne çıkan özelliklerinden en önemlisinin “zamanla kurduğumuz ilişkideki değişiklik” olduğu söylenebilir. Çünkü diğer her şey, zamanın içinde gerçekleşir. Zamanı anlama ile kullanma algımızdaki ve pratiğimizdeki bütün değişiklikler, aynı zamanda hayatımızın içersinde yer alan bütün düşünce, davranış ve gelecek planlarımızı değiştirir; hayatımızı nasıl şekillendireceğimizi ise bu değişkenler belirler. Peki, içinde yaşadığımız bu sistemde, zamanımızı nasıl kullanacağımız ve neye ayıracağımız ne kadar bize bağlı? Modern toplumun bir getirisi olarak ne zaman nerede olacağımızı, ne yapacağımızı yani zamanımızı nasıl kullanacağımızı bize söyleyen şeflere, müdürlere ve patronlara sahibiz. Vardiyalarımız esnek, görevlerimiz değişken, işlerimiz stresli ve hayatımız beklenmedik süprizlerle dolu. Kendi planlarımızı bile başkalarının bizim için yaptıkları/yapacakları planlara göre yaparken hayatımızı nasıl yaşayacağımızın ve onu nasıl şekillendireceğimizin kararlarını veremez olduk.

Sennett, kapitalizmin daha önceki dönemlerinde insanların yaşamlarında zamanın son derece doğrusal olduğunu söylüyor. İnsanlar her günü birbirinin aynı olan işlerde yıllar yılı çalışırlardı. Birikimleri bu zaman doğrusu boyunca yavaş yavaş büyürdü. Her hafta tasarruflarının ne kadar arttığını kontrol eder, evlerini sürekli eklerle ve iyileştirmelerle güzelleştirmeye uğraşırlardı. Nihayetinde sürprizlere yer olmayan, zamanın “kestirilebilir” olduğu bir dönemde yaşarlardı. Zamanın bu iki özelliği, doğrusallık ve kestirilebilirlik, insanlara bir özgüven ve kendine saygı hissi sağlıyordu. Oysa günümüzün modern yaşantısında zaman artık doğrusal değil. İnsanlardan işlerini yaparken seri hareket etmeleri, her an değişime hazır olmaları, sürekli olarak risk almaları isteniyor. Her gün gazetelerde çıkan iş ilanlarını inceleyecek olursak bir çalışandan beklenen en önemli özelliklerin takım çalışmasına yatkın olması, strese dayanıklı olması, esnek çalışma saatlerine uyum sağlayabilmesi olduğunu görürüz. Bugün bir takımla çalışırken yarın başka bir takımla çalışmamız, bugün bir departmanda belli bir işi yapmakla görevliyken ve tam buna uyum sağlamak üzereyken yarın başka bir departmanda farklı bir iş yapmamız ve bu gelgitler arasında hiçbir sorun yaşamamamız beklenir. Hareketlilik modern işyerinin hem içinde hem dışındadır. İşyerinin içinde bir departmandan diğerine, bir görevden diğerine hızla hareket ederken, işimiz gereği şehirden şehre veya ülkeden ülkeye de hızlı bir şekilde hareket edebilmemiz gerekmektedir. Elbette bir işyerinden diğerine de harekette sonsuz esnek olmamız beklenir. Modern işyerinde anahtar sözcük “esneklik”tir. Bu durumla birlikte zamanın artık doğrusal olarak algılanmaması, yaşantımızın her alanında belirsizliğin hüküm sürmesine yol açıyor.

Günümüzün modern yaşam tarzında, zamanla ilişkimizde göze çarpan diğer iki unsur, zamanın asla yetmemesi ve “uzun vade” söyleminin gündemden kalkması. Oysa son 40 yıldır hayatımızı kolaylaştıran pek çok alet-edevatın kullanılmaya başlanmasıyla, kendimize daha çok zaman ayırabileceğimizi düşünüyorduk. Yani teknoloji kullanımına dayalı bu aletler zamandan tasarruf etmemizi sağladı ama tasarruf edilen zamanı kendimiz için değil daha fazla çalışmak, daha fazla kazanmak için harcar olduk. Çünkü “en çoklaştırma” üzerine kurulu sistem bize bunu dayatıyor. Hep daha fazla şeyler başarmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Böylece kendimize ve sevdiklerimize ayıracak vaktimiz kalmıyor. Bir arkadaşımızın derdini dinlemeye vakit ayıramıyoruz, ailemizi ihmal ediyoruz çünkü hep çok yoğunuz. Mevcut sistem eşyadan yana zengin, zamandan yana fakir bireyler üretiyor.

Zaman algısının bu şekilde değişmesi insan ilişkilerinde bağlılık, sadakat gibi değerlerin de anlamını yitirmesine yol açıyor. Yakın insan ilişkilerinin en belirleyici özellikleri olan bağlılık ve sadakat, zamanın bu yeni algısıyla ve esnek davranış ilkesiyle örtüşmeyen unsurlar.