Wes Anderson'ın yeni görkemli filmi ''Büyük Budapeşte Hoteli'' tipik bir kriminal olay çevresinde gelişen ve meşhur bir otelin katlarında gerçekleşen keyifli ve renkli bir hikayeyi anlatıyor.

Hikayemiz, Stefan Zweig romanlarının esintisini taşıyor. Zira Avustralyalı yazar, burjuva ve zengin ortamları çok iyi bilip bunu eserlerine de yansıttığından, filmde bu tip ortamları görmek mümkün

Bu zengin ve soylu ortamda hikayemiz, hayali bir cumhuriyette Budapeşte Oteli ve Lutz Kalesi arasında geçiyor. Budapeşte Oteli'nin konsiyerjliğini yapan Mösyö Gustave H'in eşinin zehirlenerek öldürülmesinin ardından soylu kadının miras davası bir anda başlıyor ve kısa bir süre sonra patlak veriyor. Herkesin mirastan alacağı en kıymetli eserin vasiyette (Elmalı Oğlan tablosunun) Gustave H'ye verildiği de öğrenilince başta kadının oğlu olmak üzere bir aile çatışması başlıyor ve tüm bu arbedede Gustave H ve sadık belboyu Sıfır Mustafa’nın (olayın anlatıcılarından) şamatalarla dolu keyifli bir macerasına ortak olmuş oluyoruz.

Zweig'in romanlarından uyarlanmakla beraber filmde aslında filmin aynı ismiyle kitap yazan bir yazar ve Sıfır Mustafa'nın gözünden bakıyoruz olaylara. Biz, olayları izlerken de yeniden sinemanın büyülü ve görkemli dünyasına da kapılmış oluyoruz. Zira Wes Anderson bu tipik konuyu tam da sinemanın diline göre senaryoya ve kurguya o kadar güzel eklemiş ki bu şahane kareler arasında filmi izlemekten daha büyük bir keyif alırken, yerinde yazılmış ironik esprilerle de kahkahalara boğulmamızı sağlıyor. Otel lobilerinden koridorlara, görkemli sanat eserlerinden büyük bir titizlikle çekilmiş tek tip mekan sekanslarına kadar(hapishane, kule, otel, yollar vs. ) bütün sahneler tam anlamıyla, 'Bir film nasıl çekilmeli' sorusunun yanıtını veriyor. Ki bu şahane karelerle film, sinema odaklı yüksek okullarda ders olarak gösterilmeli.

Tabi bununla birlikte Anderson, sinema sanatını filmini epizotlara ayırarak daha etkili kullanıyor. Çünkü her bir epizot nefis bir kompozisyonun ürünü olmakla birlikte sinemanın geçirdiği dönemleri de anlatmayı ihmal etmiyor. Bunu sürekli 16:9'dan 4:3'e geçen ve son sahnelere doğru siyah beyaz olan geçişlerde görmek mümkün. Aslında, o siyah beyaz sahneleri de görünce film 40'lı yılların şaheser sessiz sinema dönemindeki filmlere de saygısını göstermiş oluyor. Aynen bir Charlie Chaplin veya Alfred Hitchcock'un eski siyah beyaz filmlerini izler gibi oluyorsunuz. Ve ezcümle Hitchcock şaheseri Arka Pencere'den bu yana sinema tekniğinin bu denli hikaye anlatma sanatından daha üstün olduğu ''Büyük Budapeşte Hoteli'' gibi bir filme rastladığımı hatırlamıyorum. Bence bu film, bu senenin Oscar ödüllerinde teknik anlamda adaylar arasında görünecek gibi.

Yıldızlardan oluşan kadrosuyla daha da ilgi çekici olduğu aşikar filmin. Ralph Fiennes'ın başı çektiği yıldız kadroda, Sen Şarkılarını Söyle'den tanıdığımız F. Murray Abraham, Jeff Goldblum, Edwart Norton, Bill Murray, Tilda Swinton, Lea Seydoux, Tony Revolori, Owen Wilson ve Jude Law gibi performansları yüksek oyuncular arasında Ralph Fiennes'ın Gustave H performasnı şahane! Nükteli ama kibar üslubuyla filmin en komik anlarını yaşatırken, insanlıkla ilgili kıymetli ve evrensem mesajları da içinde barındırıyor. (kindar ve kıskançlığın yerine kibar, nazik, dürüst ve sadık olma gibi) Tabi onun yanında Sıfır Mustafa'yı yaşlı haliyle oynayan Abrahams ve genç halini oynayan Tony Revolori de sürpriz performanslardan. Bu arada A sınıfı oyunculardan Edwart Norton'da yine farklı ve bir o kadar eğlenceli performansıyla karşımızda.

Performanslarıyla, yönetmenliğiyle, görüntü yönetmenliğiyle, yeni stil kurgularıyla, görkemli yapım ve proje tasarımıyla, senaryosuyla, makyaj ve kostümleriyle, sanat yönetmenliğiyle, nefis müzikleriyle kısacası A'dan Z'ye her şeyiyle film bir şaheser! Bu filmle beraber sinemanın bir kez daha kıymetli ve büyülü bir sanat olduğu, hikaye anlatma ve keyifli vakit geçirmenin ötesinde bambaşka bir dünyayı vaat ettiğini görmekse paha biçilemez. İyi seyirler.