İÇ ÇAMAŞIRLARINIZI DEĞİŞTİRİN ÇÜNKÜ…
Geçtiğimiz yılın en kallavi korku-gerilim hadiselerinden biri olan Outlast’tan yakamızı bu kadar çabuk sıyırabileceğimizi sandıysanız fena yanıldınız! Oyunun “DLC’ye benzemeyen DLC”si Whisleblower, dişlerinizi zangırdatmaya, kalbinize perküsyon resitali yaptırmaya, iç çamaşırı zayiatınıza katkıda bulunmaya devam ediyor!
Son birkaç yıldır, video oyun mecrasında korku – gerilim müptelalarının tutunabileceği dallar azalmaya başlamıştı. Ağırlıklı olarak köklü gerilim oyunlarının, aksiyondan devşirme devam halkalarına talip olan oyun severler, bu seyrek dalların çatırdayıp kırılmasıyla kaba etlerinin üzerine düşmekten bıkıp usanmışlardı. Pek çok aklı başında oyun severin yaptığı gibi çareyi bağımsız oyun külliyatını karıştırmakta bulan kronik müptelalar, RedBarrels’ın ellerinde hayat bulan Outlast sayesinde paşalar gibi altlarını ıslatma erdemini gösterebildiler nihayet!
Outlast, hem oyun severlerin korku – gerilim kalıplarına dair neredeyse tüm fantezilerine cevap verecek, basit ama işlerlik konusunda her zaman alıcı bulabilecek fikirlere ev sahipliği yapması hem de bağımsız bir oyundan beklenmeyecek lezzetle grafikleriyle kısa sürede oyuncuların gönlünde taht kurmayı başardı. Piyasaya sürüldüğü güne kadar, bağımsız arenada, korku mecrasının adeta tek adresi haline gelen Amnesia’yı tahtından etmesi yetmezmiş gibi, çıtayı da indie arenasında ulaşılması oldukça zor bir noktaya yükseltmeyi başardı.
Bütün bu detayların yanı sıra Outlast, oyuncuların jargonuna “korkudan yorulmak” tabirini de kalın kalın işlemeyi başardı. Uzun bir aradan sonra, bir bilgisayar oyununun başında korkmanın ne demek olduğunu yeniden hatırlatması adına da yeni nesil “indiecanların” ne kadar gelecek vadettiği konusunda da önemli ip uçları barındırıyordu. Nihayetinde arayı fazla uzatmadan piyasaya sürülen DLC, Outlast: Whistleblower da bu beklentiyi karşılayacak cinsten fiyakalı bir hamle olarak “senenin en iyileri” hanesinde kendisine ayrılan yeri aldı!
Bu sefer öykümüz, ana oyunda yaşadığımız kâbusun öncesini konu alıyor. Oyunda Waylon Park adındaki bir yazılımcıyı kontrol ediyoruz. Kendisi bir önceki öyküdeki ana karakterimiz Miles Upsshur’u akıl hastanesindeki gizemli olayları araştırması için yollayan şahsın ta kendisi oluyor. Waylon, Murkoff Corporation adındaki bir şirkette çalışıyor. Çalıştığı bilim merkezinde işlerin pek de yolunda gitmediğini anlayan elemanımız, esas adamımız olan Miles’a mail atarak, merkezde olan bitenler hakkındaki şüphelerini dillendiriyor. Böylece hem iki öykü arasındaki bağ kuruluyor hem de öykünün Waylon cephesi start almış oluyor!
Elbette bu türden senaryoların olmazsa olmazı maiyetinde, yolunda gitmeyen bir deney sonucu işler kontrolden çıkıyor ve Waylon ile bir başımıza, bu akıl hastanesinin kuytu köşelerinde karşımıza dikilmesi muhtemel envai çeşit manyak ile köşe kapmaca oynamaya başlıyoruz. Bu macerada da kanla yıkanmış loş koridorlar, bir biri ardına kopan uzuvlar ve öykümüzün tuzu biberi olan orijinal sapıklar, dışarı kaçış serüvenimizin tuvalini renklendiren unsurlar olarak karşımıza çıkıyorlar! Biraz sürpriz bozanlık yapmak gerekirse; oyun orijinal kötü karakter konusunda oldukça etkileyici bir Norman Bates bozmasına bile ev sahipliği yapıyor!
Whistleblower‘ın en önemli artılarından bir diğeri de ana oyundan daha fazla aksiyon vaadinde bulunması. Waylon ile giriştiğimiz macera, Miles’ın dazlak şaşkınlığı eşliğinde tanık olduğu ilk öyküden çok daha hareket ve hararet barındırıyor. Elbette bu dinamik yapı, öykünün direksiyonunu bir miktar aksiyon kulvarınadoğru kırdırsa da; daha ilk oyundan benimsediğimiz ve kısa sürede marka haline gelmesi muhtemel “Outlast vuruculuğu” açtığımız her kapının ardında kendisini hissettiriyor!
Whisleblower aynı zamanda öykünün öz kısmı. Bu sebeple de kendisini sıradan bir DLC’den çok daha farklı bir biçimde değerlendirmemiz gerekiyor sanırım. Diğer taraftan, bu ürkütücü dostlar tımarhanesi hakkında Waylon’dan daha fazla şey biliyorsunuz. Yine de karşınıza çıkan her türlü abukluğa en az onun kadar şaşırmanıza engel olmuyor bu durum…
Aslında bakacak olursanız RedBarrels ekibi, karşımıza sıradan ve sığ bir DLC ile çıkma kolaycılığına kaçabilir ve bizlere muhtemel bir başka Amnesia hezimeti yaşatabilirdi. Fakat Whistleblower’ın ince bir çalışmadan geçtiği ortada! Her anlamda, ana oyunun ötesine geçmeye çabalayan bir DLC örneği var karşımızda! Aksiyon ve şiddet dozajı bakımından da bu iddiasını yerine getirdiği söylenebilir. Nihayetinde oyunun “takım taklavat gösterme” konusundaki bonkörlüğü de istikrarını fazlasıyla koruyor! Ortalığın mezbahaya döndüğü takip sahneleriyse, aksiyon kulvarına yönelen bir korku oyununun, oyuncuların adrenalini ne şekilde patlatabileceği konusunda emsallerine ders verir nitelikte!
Whistleblower’ın oynanış dinamikleri, ana oyunla hemen hemen aynı. Bu sefer video kameranın etkinliği biraz daha azaltılmış olsa da, adamımız Waylon da neredeyse ilahi bir biçimde eline bir video kamera almayı ihmal etmiyor! Elbette kamera, ilk oyunda olduğu gibi stratejik noktalarda karşımıza çıkıyor. Özellikle yüksek tempolu takip sahnelerinde, önümüzü sadece kameranın ışığıyla görebildiğimiz noktaların olması bu fikri yeniden işler kılıyor. Bu noktadaki tek handikap, koşuşturmaca sırasında rakiplerimiz ile arayı ne kadar açarsak açalım, bazı durumlarda kokumuzu almışçasına saklandığımız yerin dibinde bitmeleri. Diğer taraftan rakiplerimizin atmaca misali gözleri, bizi saklandığımız en kuytu köşeden bile çekip çıkarabilecek kadar iyi görüyor! Bu durum, oyunda mantıksal bir bütünlük arayanların canını bir miktar sıkabilir.
Uzun lafın kısası, Outlast: Whistleblower, indie piyasasındaki hareketliliğe rağmen son zamanlarda bizleri gerçek anlamda korkutabilmeyi başaran yegâne korku mahsulü! İlk oyunun matematiğini olduğu gibi korurken, belli başlı eksiklikleri de gideren RedBarrels ekibini bu çabalarından dolayı da ayrıca takdir etmek gerekir!