İsviçreli yazar Friedrich Dürrenmatt’ın kitaplarını çok sevmişimdir ve sanırım The Pledge filmini izlemeye beni teşvik eden de bu oldu. Tabi filmi Sean Penn‘in yönetmiş olması ve çok sevdiğim Jack Nicholson‘un da baş rolü üstlenmesi de filmi ilginç kılan diğer unsurlardı.
The Pledge bir polisiye filmi aslında ve polisiye filmleri aslında zor filmlerdir. Çünkü seyircinin beklediği heyecanı yaşatabilmek, merak uyandırabilmek ve dramatik olaylarla seyirciyi duygulandıracak öğeleri entegre etmek bence oldukça zordur. Özellikle de bu konuda Se7ven gibi baş yaptıklar varken. The Pledge ise sadece bir polisiye değil. Hangi film kategorisine girer diye sorarsanız, bunun cevabını verebilmek kanımca oldukça zor. Çünkü bu filmde çok şey var.
Konu, aslında alışık olduğumuz bir konu. Küçük yaşta bir kız vahşice öldürülür ve aslında o gece emekli olan dedektif Jerry Black soruşturmaya katılmaktan kendini alıkoyamaz. Olay yerine gittiğinde, öldürülen kızın anne ve babasına henüz haber verilmediğini öğrenir ve görevi üstlenerek ebeveynlere acı haberi verir. Oldukça inançlı olan anne dedektif Jerry Black’ten katili bulacağına dair ant içmesini ister. Jerry, belki de sadece o anda annenin acısını biraz olsun dindirmek veya ona destek olmak için ant içer.
Ardından, hiç beklenmedik bir gelişmeyle şüpheli biri tutuklanır ve şüpheli kişi (Benicio del Toro) kızı öldürüdüğünü itiraf eder. Ancak gerçek katil olsaydı film burada biterdi ve seyirci de neler oluyor diye aptal aptal ekrana bakardı.
Ancak başından beri o kişinin katil olmadığını anlayan Jerry verdiği sözü yerine getirmek için soruşturmayı kendi başına devam ettirir ve kısa süre sonra edindiği bilgiler doğrultusunda, katilin başka cinayetlerden de sorumlu olduğunu anlar ve cinayetlerin vuku bulduğu yere yerleşir.
Orada bir benzin istasyonu satın alan Jerry kısa süre sonra küçük yaşlarda bir kızı olan Lori ile arkadaşlık kurar ve işte ondan sonrasını sizin izlemeniz gerekir.
Sean Penn “The Pledge” filmi ile ne kadar iyi bir yönetmen olduğunu gösteriyor. Gerek görsel unsurları, gerekse müziği ve kamera açılarını mükemmel şekilde işlemiş. Jack Nicholson ise gerçekten harika bir performans ile insanı büyülüyor. Gerçekten rolünü yaşamış Jack abimiz.
Filmi bu kadar etkileyici kılan ise, cinayetlerin ve yürütülen katil avının aksine baş roldeki dedektifin odak noktası olması, ancak aynı zamanda diğer önemli unsurların da gözden kaybolmaması. Friedrich Dürrenmatt‘ın romanından uyarlanan film, romana fazlasıyla sadık kalmış ve belki de bu nedenle genelde seyircilerin beklediği muhteşem katil avına, akıl oyunlarına ve bulmacalarına aşırı yoğunlaşmamış. Bu film çok daha doğal, çok daha saf ve çok daha gerçekçi. Çok daha acı, çok daha şaşırtıcı. Sansasyon beklemeyin… ama sıkılmayacağınızdan da emin olabilirsiniz.