Baştan sona bir sinema tasarımı olarak yakın geçmişimizde yerini alan Matrix filmi bunu daha girişte net bir şekilde anlatır seyirciye: Warner Bross'un kendi halindeki köhne, sevimli evleri yeşile bürünmüş görünürken, üzerinde beliren WB logosu da Matrix yeşiliyle ve filmdeki yok edilen gökyüzünün siyah beyaz fonunda görülür. Bu arada görüntüye eşlik eden Matrix ses etkileri, Village Road Show firmasının yine yeşile boyanmış logosu görüldüğünde yaylıların gerginleşen müziğine geçer. Ardından da Ghost in the Shell'den aşırı etkilenilmiş yeşil sayıların yukarıdan aşağı akışıyla filme girilir.
Bu son derece etkileyici giriş, filmin daha ilk seyredilen gününden başlayarak müziğinden kostümüne, ses ve görsel etkilerinden, çekim açı ve tekniklerine dek her şeyine yansıyan, çok kısa bir süre içerisinde markalaşan bir sinemasal tasarım ürünü olduğunun, üç film sürecek bir serinin, daha ilk başından habercisidir. Gerçekten seyirci tarafından da aşırı etkilenme durumu söz konusu olmuş, üzerine felsefi kitaplar yazılmış, özellikle içeriğindeki metafizik öğeler, doğrudan Hıristiyan dini ve diğer dinler bazında karşılaştırılarak neredeyse çağdaş insanın sanal yaşam paranoyası üzerine bir mit haline gelmiştir. Matrix'in yaratıcılarının geçen haftaki yazıda anlatılan exiztenz ve bir sonraki yazının konusu olan Ghost in the Shell filmlerinden aşırı etkilenmiş olmalarının çok daha ötesinde bu filmin yaratım sürecinde asıl aşırı etkilenilen kaynağın İncil olduğu ortadadır.
Matrix'in sinema olarak tasarımı aslına bakılırsa görsel olan ne varsa onların üzerine kuruludur. Senaryo, Hollywood klişe tarihinin neredeyse bütün kilometre taşı öğelerini barındırır ve 21. yüzyılda tasarlanmış bir filme kesinlikle yakışmayan basitlik, dahası ucuzluktadır. Son derece ciddi ve zekice düşünülmüş konu, çağımız insanının kafasını en ufak bir magazin içermeyecek şekilde kurcalamaktadır. Ancak senaryoya dönüşüm aşamasında kullanılan basit anlatım, klişe bağdaşmalarla örülü neden-sonuç ilişkileri, ucuz duygusallık girdapları, pahalı kahramanlık gösterişleri ile konu da, görsel tasarım da, devrim yaratan çekim teknikleri de tadından çok şey yitirmiştir.
İnsanın kendi eliyle yarattığı makineleri, kendi hizmetinde kullanması ile ortaya çıkacak durumun güzelliği ve konforu, yapay zeka üzerindeki çalışmaların önlenemeyecek ve tüm önlenme girişimleri de abesle iştigalden öteye geçemeyecek ilerleyişi ile ister istemez insan-robot eşleşmesini gündeme getirecek, daha da ileri düzeyde bu konu ister istemez eşitlik tartışmalarına dek varacaktır.
İnsanın kendi cinsine karşı halihazırda var olan özgürlük uğruna savaşım duygusu, aynı dürtüyle makinelerin de özgür olması gerekliliği mantığına sürüklemesi olasıdır ki hiç kimse ama hiç kimse bunun ütopik bir hayal olduğunu savunamamıştır şimdiye dek. Üstelik elde yaratılan makinelerin kısa bir gelecekte insan zekasına ulaşacağı hatta yaşamsal kusurları olmayacağından bunu da geçebilecekleri kesin gözüyle bakılan olaylardandır.
Bu durum bir yandan insansı merakın tatlı heyecanını körüklerken diğer yandan da evrimsel sürecin en önemli kazanımlarından olan hayatta kalma güdüsünü de feci şekilde rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık, insanların kafalarını kemirirken bedenlerine kurdeşen döktürmekte, dahası keskin bir kaygıya dönüşmektedir. Üretilen makinelerin işlevselliği arttıkça daha üst düzey yapay zeka gerekecek, yapay zeka geliştikçe de makineler daha ileri düzey işler yapar duruma gelecektir. Bu süreç insanda önce hayranlık (şu anda hemen hemen bu durumun başlarındayız) uyandırmakta, bilime yakın insanları mutlu etmektedir de.
Ancak doğadaki zekanın evrimini göz ardı etmemeliyiz. Bugün hayvanların dünyasını anlamak üzere attığımız her adım bizi bambaşka yeni hayranlıklara, sürprizlere ve hemen arkasından gelen korkulara yönlendiriyor. İnsanoğlu var olma sürecindeki bitmez tükenmez megalomanisi ile havyalara ait en ufak zeka belirtisinde bile hayretlere düşmektedir. Yapay zekanın da insan elinden çıkma evrimi sürdükçe asla önü kesilemeyen daha şimdiden bu satırların yazarını yürekten heyecanlandıran ve yaşamı süresince tanık olması için içi içini kemiren bir olaya dönüştüğünde bedensel makine mükemmelliğinde ölümsüzlüğü yakalayacak olan yapay zeka donanımlı robotların insanüstü yaşamları kesinlikle zaten sonu gelmekte olan doğal hayatın devamındaki tek seçenek gibi görünüyor. Eğer ki bu iki türün arasında çekişmeler, dahası yok etme türünden savaşlar çıkmazsa robotların insan soyunun tükendiği zamanların sonrasındaki çağlarda bir diğer Adem ile Havva öyküsünü andıklarını düşünmek işten bile değildir.
İnsan üretimi makinelerin ileri düzeylere gelişi ve insan gücünü geçerek sorun olma konusu edebiyatta çok işlenmiştir. Ancak en akılda kalan ve kuşaklar boyu gelen her yeni, genç kitlenin içinde kült düzeyine çıkan "I, Robot" öyküsü olmuştur. Önce bir dergide yayımlanan sonra 1950'li yıllarda kitap olarak basılan 9 öyküden biri olan "I, Robot", 1977 yılında Alan Persons Project tarafından müziklendirilmiş ve albümlerine isim olmuş, bu muhteşem uyarlamadan yaklaşık 27 yıl sonra da pek de ses getirmeyen ve Asimov'un öyküsüne yakışmayan bir sinema uyarlamasına da konuluk etmiştir.
Tabi bu arada, bu konu geçtiğinde en azından ülkemizde ilk akla gelen isim olmamasından büyük bir mutsuzluk duyduğum kişinin adı ise Turhan Selçuk'tur. Turhan Selçuk, bu öyküyü neredeyse Asimov ile çağdaş bir zamanlamada işlemiştir ancak ne yazık ki ülkemizde bile –çizgi roman olduğu halde– bilinirliği çok düşüktür. Önceleri değişik gazete ve dergilerde yayımlanan bu çizgi romanlar, bir çok kereler de dergi boyutunda külliyat olarak "32 kısım tekmili birden!" yayınlandıktan sonra elimize Yapı Kredi Yayınlarının, çizerimize yakışan baskı ve kağıt kalitesi ile yeniden basılmıştır. Bu dizinin 3. kitabı olan "Uzay Kıyıları" isimli çizgi romanı okuyacak olursanız, Matrix filminin konusunun neredeyse yarısını içerdiğini göreceksiniz.
Böylesine güncel ve yakın gelecekte ciddi boyutlara taşınacak bir konunun sinemada işlenmesi kaçınılmazdır ve konuya ucundan kıyısından dokunan yada iyiden iyiye ele alan birçok filmden söz etmemiz olasıdır. Ancak Matrix, bu konuyu derinlemesine işleme iddiasıyla ortaya çıkıp Amerikanvari bir kahramanlık öyküsüne dönüştürme sıradanlığının ötesine geçememiştir.
Japon abecesine benzetilmiş yeşil karakterlerin yukarıdan aşağıya akmasıyla gerçekleştirilen bir geçiş planı ile girilen film, karakterlerin içinden çıkan m, a, t, r, i ve x harfleriyle jeneriğe giriş yapar. Jenerikten beklediğimiz isimler çıkmazken Trinity ve Cypher arasındaki telefon konuşması, gerçekten kimsenin karşı koyamayacağı bir görsel grafik anlatımın paralelinde verilir. Seslerle anlatılan konu, bilgisayar dünyasının rakamsal işleyişi ile anlatılır ki konuşmanın sayısal karşılığı, gerçekten de filmde gösterildiği gibidir duygusu yaşatılır.
Hemen ardından gelen Trinity kavgasındaki devrimsel çekim açıları, hareketlerin dondurularak tarayıcı kameralar aracılığıyla verilmesi, duvarda yürüme, apartman tepelerinden atlama sahnelerinin ve maket objelerin o ana dek olmayan bir şekilde gerçekçi verilişi filmin senaryo ve oyunculuklar dışında mükemmel tasarımının ilk göstergelerini sunar.
Ancak başta kendini en baskın şekliyle gösteren Hugo Weaving, üçleme boyunca küçük rollerdeki birkaç kişi dışında asla üstesinden gelinememiş, sıradan oyunculuklara karşı durup yaklaşık altı saat boyunca nefis bir oyunculuk keyfi yaşatır seyirciye. Carrie-Anne Moss ise "Bi rahat bıraksalar da doyasıya oynasam şu Trinity nam afeti ayol" der gibi tutuk, gergin ve kaygılıdır ama Neo ile konuştuğu barda, Neo'nun onu kurtardığı sahnede (helikopterde ve sonrasında), Neo'nun, Morpheus'u kurtamak için Matrix'e dönmek istediği sahnede ve üçleme boyunca yığınlarca sahnenin minik planlarında oyunculuğunu doyumsuz yüz ifadeleri ve bakışlarla verir. Ancak yine de bir bütün olarak diğer filmlerinden bildiğimiz duru ve tuhaf güzellikteki oyunculuğundan eser yoktur.
Film, çekilen planlarda, orada burada görülen kahve, bordo, kırmızı tonlarda minik objeler ya da fon parçalarının kullanıldığı, tümüyle yeşil-beyaz çekilmiştir ki bu, gerçekten sinema tarihinde unutulmaz bir görüntü yönetmenliği ve görsel tasarım örneği oluşturur. Üstelik gerçek görüntülerin sayısal ortamdaki görünüşleri şeklinde verilen –bulanıklaşma, netleşme, parçalara ayrılma, çizgilere-karakterlere dönüşme gibi birçok görsel etki, sinematografik anlatımı desteklemek için kullanılmıştır. Bu yeşil-beyaz dengenin içerisinde verilen ten pembeliği ise başlıbaşına teknik bir incelemenin konusudur fikrimce.
Üçlemenin en muhteşem görsel şölenlerinden birinde Neo'nun gerçek yaşama geçişi, ışık, renk dengesi, derinlik, tertemiz kamera açıları vb. verilmekle birlikte Keanu Reeves'in çıplak bedeninde cinsel organının bilmem kaç planlık sahnede kare kare rotuşlanması ancak Amerikalı Hollywood'un ucuz ahlakçılığının bir göstergesi olsa gerektir ve filmin gerçekliğine ciddi bir darbe indirir. Eğer bunun, oyuncunun kaygılarından kaynaklandığını düşünüyorsanız yaklaşık 7 yıl sonra çekilen The Scanner Darkly'deki çıplak Keanu Reeves sahnelerini ve tabi ki bütün filmi seyretmenizi öneririm.
Bilindiği gibi üçlemenin ilk filmi, insanların, makinelerin yaşaması için birer enerji kaynağı olarak kullanılmasını ve Neo'nun kurtarıcı olarak pil yaşamının dışında "gerçekten" yaşayan insanların dünyasına çekilmesini anlatır.
İnsan, kendi yarattığı makinelerle anlaşamamış, tıpkı Turhan Selçuk'un eserinde olduğu gibi yaratanın, kendi yarattığına katlanamaması mitine bir kez daha şahit olunmuştur. Bu sefer yaratanı kızdıran eylem, zaten aşırı derecede ve kontrolsüz üremiş olan insanın, kendine de yetmeyen dünyayı diğer varlıklarla paylaşamaması kaygısıdır. Hele ki bu varlıklar dünyadaki en üstün varlık olan kendilerinden de üstün noktaya gelmişlerse. Yasak meyve bu sefer yaratanın kendi elinden verilmiş ve geri dönülmez yola girilmiştir.
Ancak makinelerin kovulmaya çalışıldığı cennete hakim olmaya başlamasıyla, bu sefer yaratan, cenneti cehenneme çevirmiş ve olan olmuştur. Ama makineler doğaya, çevreye değil yalnızca enerjiye gereksinim duymaktadır. Gökyüzünü bulutla kapatıp enerjisini kesen insanı, birer pil olarak kendine enerji sağlayacak teknolojiyi yaratan yapay zeka, yapay olmayan zekayı kendine köle olacak şekilde yenmiştir. Ancak tabi burada filmi tasarlayanların insanın evrimsel sürecinde sahip olduğu bir öğeyi dışarıda bırakmışlardır: vahşilik! İnsanın vahşiliği –son derece kişisel yazıyorum– böylesi bir durumda bile hayatta kalma sorunsalının üzerinden gelecek, kendi neslini bile göz kırpmadan çağlar boyu yok eden ve hala da buna devam eden iğrençliği ile bu duruma da vahşice çözüm bulacaktır. Megalomanlığımızın beklediği gibi, insan, böylesi bir köleleşme durumundan onuru, gururu ve yaşamsal bilinciyle değil ancak ve ancak içgüdüsel vahşi bilinciyle yok etme dürtüsünün doğrultusunda kurtulacaktır.
Neo'ya dövüş sanatlarının öğretildiği ve hemen ardından gelen Morpheus ile olan dövüş sahneleri benim gibisinden en mıymıntı ve uyuz seyirci tarafından bile kusursuz sayılabilecek şekilde çekilmiş ve kurgulanmıştır. Ama öyle bir şey vardır ki film boyunca hissedilen; evet sahnelerin büyük bir bölümünde çekimler kusursuz ve olağanüstü gerçeklik-canlılıktadır ancak filmin bütününe bakıldığında eksik kalan dramatik yapı ve sinematografik anlatım mükemmel bir meyhane akşamında, rakı-balık sonrası içine limon sıkılması unutulmuş tahin helvası tadını yada sade kahvenin yanında servis edilmeyen nane likörü beklentisi gibi ortalık yerde bırakıverir seyirciyi üçlemeyi seyrederken.
Neo, sistemden çıkarılmış, bir anlamda kurtarılmış bir "kurtarıcıdır". Bir tür Mesih duygusu Hıristiyanları huşu içerisinde filmi izlemeye daha da bağlarken, Müslümanları da "İsa, bizim için de kurtarıcı anlamı taşımaktadır, neden bunu Hıristiyanlar bu kadar çok kullanıyor" şeklinde bir kez daha hayıflandırır. Neo, içine girdiği eğitim sürecinden çıktığında o ana dek aklının bile almadığı durumlara tanıklık edeceği hatta üstesinden geleceği söylenir. Film boyunca insanların önlerine çıkan seçenekler sürekli bir seçim yapma zorunluluğu içine sürükler onları. Bu seçim işi o kadar abartılmıştır ki filmde, geçmişte yaşanan olaylar bile bir takım seçimlerin sonucu olarak aktarılır film boyunca. Kaderi sorgulayan şüpheci kişilere söylenen "Sana seçenekler sunulur yaşantın boyunca, kaderinin yapılanmasında. Senin seçimlerin, kaderinin çizgisini oluşturur." öğretisini körükler ha körükler. Aslında bu açılardan bakıldığında günümüzde birbirini yiyen insanlığın gerekçeli neden olarak sürekli öne sürdüğü tek tanrılı dinler -bu gerekçenin de yetmediği yerlerde aynı dinden insanların farklı mezhepleri gerekçe gösterilerek, o da yetmezse etnik farklılıklar ön plana çıkarılarak devam eder, erki elinde tutan gurubun diğerini yok etme dürtüsü- teknik anlamda incelendiğinde pek de yöntem farklılığı içermedikleri görülür.
Matrix'teki kahin teması, baştan beri seyircinin aklını karıştıran bir karakterken, üçlemenin sonunda yaşanan olaylarla bazı noktalar netleştiğinde her nokta ile yeni belirsizliklerin içine dalar seyirci. Sonu yine de çoğu kişiye göre açıkta kalan kahin karakterinin Matrix programı içerisindeki işlevi, Matrix filminin içindeki gerçek yaşam-sanal yaşam geçişleri içerisinde karmaşıklaşır gider. Kahin'e film boyunca –adından dolayı– kişisel roller yükleyen seyirci, ancak üçlemenin sonlarına doğru sanal yaşam programının bir geçiş algoritması olduğunu ve gerçek yaşama geçen insanlarla iletişim kuran tek bölüm olduğunu anlar. Filmde kesinmiş gibi bir dille anlatılmasına karşın yine de ucu açık olan bir noktada görevi son bulur: Matrix'e ait, insanları yanlış yönlendiren bir ajan mıdır, yoksa gerçekten Zion'un kazanmasını isteyen ve bu yolda onlara yol gösteren kişi midir! Ajan olsa yapmadan edemeyeceği hainlik teması Kahin'e verilmemiştir ancak bir program parçası olarak da kendini yok edecek bir guruba yardım etmesi ilginçtir. Yine de Kahin'in ajanlar tarafından öldürülmesi, filmin içinde ucu açıkta kalan ciddi bir mantık eksikliği oluştururken, insanın kazandığı savaş sonrasında günbatımını seyreder şekilde yeniden canlanan Kahin'in görüntüsü, bir çok kişiye filmden çıkarken "Eveeeeeet, demek buydu" dedirtir ama "bu" dediği şeyin ne olduğunu sorduğunuzda alacağınız yanıt: "Oooff keyfimi bozma filmin etkisindeyim hala!" sözleridir.
Filmin konusu, ister istemez Matrix tarzı bir üçleme oluşturmaya yetecek bir malzeme içerebilmesi ve bunca masrafı karşılayacak gişeyi yakalayabilmesi için dünya geneline yayılmış insanların en ortak yönünden çıkacaktır: inanç! İnançlarından yakalayabildiği yerlerde seyircisini kucağına oturtan film, aralardaki materyalist geçişlerde de inanç etkisinin harelerini kullanarak seyirci düşüşünü engellemektedir. Dinsel inançlarına bağlı olsun olmasın bütün seyirci kitlesinin derinden hissettiği bir başka durum vardır ki; o da yaşadıklarımızın gerçek olmayabileceği düşüncesi. Matrix, dünya genelinde değişik coğrafya ve kültürden insanı bu ana damar noktadan yakalayıp avucunun içine almıştır: Modern çağda sanal yaşam paranoyası!
Dinsel öğelerin din sömürüsüne dönüştüğü film, olağanüstü teknolojik görüntülerle devam ederken, seyirciye –ilk film için– doruk noktasını, Morpheus'un kurtarıldığı helikopter sahnesi ile verir. Cidden laf yok! Kare kare mükemmelliğe ulaşan sinematografi, dramaturjideki eksikliği fersah fersah aşar ve üçlemenin benzer sayısız sahnelerinde olacağı gibi seyirciye, beklentisinden de öte bir sinema keyfi sunar.
Bu sayısız sahnelerin biri de ilk filmin uzadıkça uzayan ama daha da uzasın dedirten final sahnesidir. Santineller gemiye yaklaşırken Neo'nun ajanlarla mücadelesi, her türlü açıdan sinemayı içine sindirmiş en ukala sinefili bile soluksuz seyrettiren bir şölene dönüşür. Neo'nun ölümü ile yıkılan umutlar, "Bu üçlemenin daha iki filmi var Neo ölemez" düşüncesini bile mantığımızdan silerken, hayata dönüş, Trinity'nin Matrix'e bağlı Neo'yu öpmesi ile gerçekleşir ki Hollywood'un her şeyi ama her şeyi bir aşk hikayesine dönüştürebilme becerisi bir kez daha karşı konulmaz bir sahnede yerini bulur.
Sanal yaşamda ölen Neo, makineye bağlı olduğu gerçek yaşamda da ölmüştür ama aşk her şeye kadirdir Hollywood'da. Trinity, Neo'yu öper ve Neo canlanır. Canlanan Neo, kendisine sıkılan kurşunları bir el hareketi ile durduğunda, her ne kadar önceden kaşığı eğen küçük çocuğun "Aslında kaşık yok" lafıyla bu sahneye hazırlansak da fondaki klişe kahramanlık müziği sahnenin değerinden çok şey yitirtir. Neyse ki hemen santinellerin saldırdığı gemiye ve Neo'nun telefona koştuğu sahneye bağlanır da görsel sinema keyfimiz yaşadıklarımızı unutturur.
Bu yazı üçlemenin ilk filmi üzerine bir yazı oldu ama diğer iki film için de farklı anlatılacak bir şey yok açıkçası. Zaten diğer ikisini anlatmaya da ömür yetmez. Matrix üçlemesi için söylenecek kötü ne varsa söyleyelim, tartışalım ama şurası gerçek ki her bitişinde yeniden izleme isteği, ya da bir sonraki filme geçme isteği asla bitmiyor. Modern çağda sanal yaşam paranoyası alt başlıklı bölümün bu ikinci yazısında daha çok sanal yaşam açısından incelediğimiz Matrix, haftaya yayınlanacak üçüncü yazıda, ilk yazıda olduğu gibi aşırı etkilendiği bir diğer filmle karşılaştırılacak: Ghost in the Shell!
* Bu yazı, filmin gişesine bağlı olarak okuyucunun filmin konusunu detaylarıyla bildiği varsayılarak yazılmıştır.