Eskiden (takriben 10 yıl önce) Steve McQueen dendiğinde aklımıza The Great Escape’ten Triumph TR-6 Trophy motorunun üstünde ya da Papillon’da Dustin Hofman’la karşılıklı döktüren sarışın, renkli gözlü, karizmanın vücut bulmuş hali bir aktör gelirdi sadece. 2008’de ise bu durum değişti, hem de tamamen değişti. Kendi sinema dilini geliştirebileceğine ve sinemaya damga vurabileceğine inancımız son yıllarda azalsa da bu heyecanın sebeplerini az da olsa kronolojik olarak aşağıda bulabilirsiniz.
1969’da Londra’da doğan, 1993 yılında ilk kısa filmiyle başladığı sinemasal yolculuğa 2008 yılına dek bu şeritte devam eden (yanlış olmasın bu sürede 20 tane, çoğunun senaryosunu da yazdığı, kısa filmi var) Steve McQueen bu yıl bombayı patlatıyor.
Açlık- Hunger (2008)
Yıl; 1981,
Mekan; Kuzey İrlanda’da bir hapishane,
Filmin kahramanı; Bobby Sands merkezinde açlık grevine giden bir gurup IRA militanı.
Aslında çoğu insanı bir filmi izlemeye itecek kadar şey söylemiş oldum filmle ilgili. İzlemeden anlatamayacağım şey ise filmin ayrı ayrı her karesine sinmiş “orada olma” hissi. Bir Kuzey İrlanda hapisanesinin duvarındaki çatlaklardan, mahkumların yüzlerindeki pislikten, kapı altlarından paspaslanan dışkılardan söz ediyorum, dayaklardan ve tabi ki açlıktan söz ediyorum. Bütün bunları kemikleriniz sızlayana kadar hissedebileceğiniz bir film Hunger. Demir Lady’nin demir yumruğu, battaniye ve yıkanmama protestoları zamanını fon alsa da oyuncular ve yönetmenin özenli çalışması ve ayrıntılara verilen önemle öne çıksa da esas şoku anlatım dilinde yarattığını da söylemekte fayda var. Çok büyük çoğunluğu diyalogsuz hatta sessiz geçen filmde Michael Fassbender’ın canlandırdığı Bobby Sands ile bir rahip arasında ve küçük bir masanın başında geçen tam 24 dakikalık(!) tek plan konuşma sekansıyla Steve McQueen‘in çağdaşı sinemacılara bir ders, bir tokat, bir hakaret çaktığını söylemek yanlış olmaz. Tüm dünya için bir direniş sembolü olan Bobby Sands’i hem de en önemli zamanlarını beyaz perdeye taşımak riskli olsa da Steve McQueen filmin merkezine filmin kendisini koyarak her türlü aptalca politik tepkiyi de bertaraf etmeyi, zaten “hassas bir konu” olan Sands ile ilgili çekilebilecek en etkili filme de imza atmayı başarmış. Son olarak dürüstlük adına şunu söylemekte fayda var; film sıkıcı, insanın içini kurutacak kadar sıkıcı ve hassas bünyelere göre değil. Ama zaten 1981 yılında bir Kuzey İrlanda hapishanesi de öyle değil midir?
Utanç | Shame (2011)
Bizler, Hunger ile girdiğimiz şokun etkisiyle derhal ve derhal yeni işlerini görmek için yanıp tutuşurken Steve McQueen, 3 sene boyunca kısa film kariyerine dönmeyi daha uygun buldu. Sonunda, 2011’de yeni filminin kırışık yeşil yatak çarşaflı posteri ve storyline’ı çıktığında ise yine ufak çaplı bir infiale neden oldu. Basın bülteninde her ne kadar 30’lu yaşlarında, New York’lu bir adamın yanına taşınan dengesiz kız kardeşi ve deneyimlerimizin bizi nasıl değiştirdiğiyle ilgili olduğunu anlatsa da film apaçık kardeşine karşı duyduğu ensest hisleri bastırmaya çalışan bir adamın azabı olarak tanımlanabilir. Steve McQueen‘in atmosfer yaratma ve hikayesini anlatmada önceki filmini aratmayan filmi, ahlaki olarak yarattığı tartışmanın yanında Hunger’ın atmosferiyle taban tabana zıt olması neticesi beklentileri karşılayamaması gibi sebeplerle Amerika’da gişede battı. Üstelik 6,5milyon dolarlık mütevazı bütçesi ve Michael Fassbender’ın o sıralarda parlamakta olan yıldızına rağmen.
12 Yıllık Esaret | 12 Years a Slave (2013)
Aldığı 3 Akademi ödülü’ne (birisi en iyi film olmak üzre), 6 Golden Globe’a ve 2 Bafta’ya rağmen gönül rahatlığıyla boktan, boktan ve boktan olarak tanımlayabileceğim ve arkama dönüp bakmayacağım bir film. Yapımcılarından birisinin Brad Pitt olmasından ve her sahnesinde “beni ödüle boğun” diye bağırmasından bahsetmiyorum, teknik imkanlar sağlansa herhangi bir yeni mezun sinemacının çekebileceği bir film olduğu için böyle söylüyorum ya da kısaca ilk 2 filmle yükselen beklentimizin karşılığında aldığımız şeyin bir Steve McQueen filmi değil McQueen filmi taklidi yapmaya çalışan (yapan bile değil) bir şey olması. Tüm holivut sanki onyıllardır parlak siyahi sinemacı çıksın da bu filmi çeksin diye bekliyormuş gibi bir hava yaratılması ve filmde alenen ajitasyonun dibine vurulması sonucu şimdiye dek en iyi iş yapan filmi oldu diyebiliriz (yapımcılardan birisi Brad Pitt demiş miydim?).
12 Years a Slave, Steve McQueen‘in CV’sine “bir siyahi tarafından yapımcılığı ve yönetmenliği yapılan ve en iyi film Oscar’ı alan ilk filmin yapımcısı ve yönetmeni” gibi alengirli bir sıfat eklemiş olsa da gerçekten değerli olduğunu bildiğimiz bu yönetmenin değerli filmleri için yine de beklemede kalmakta fayda var. Holivut çarklarına girdiği hızla çıkabilen ya da çarkları kendine göre şekillendirebilen yönetmenler göz önüne alındığında umudumuz baki. Şu sıralar (bir yılı aşkın süredir) HBO için çalıştığı proje Codes of Conduct’in (proje diyorum çünkü bazı kaynaklar tv filmi, bazıları mini dizi olacağını iddia ediyor) sonuna gelen yönetmenimiz şu aralar Amsterdam’da ikamet etmekte ve çeşitli sanat dallarında eserler vermektedir.