Amerika'nın uçsuz bucaksız bozkırları, hatta çölün ortasındayız. Bir çıngıraklı yılan, huzursuzca kuyruğunu titretiyor. Bir cezveden fincana koyu ve keskinliği buram buram burnunuza gelen kahve dökülürken, uzaktan bir tren geçiyor. Acı düdüğünün sesi geliyor kulaklarınıza. Bir kartal, keskin gözleriyle yem olasılıklarını araştırıyor. Bomboşluğun ortasında, bir lokantanın, köhnemiş, kiç tabelasının altında soluklanıyoruz. kahvaltı ve öğle yemeği! Televizyonda seyretmeye değer bir şey yok, arayışlarımız boşa çıkıyor. Zaman, sabah ile öğle arası. Lokantada turtalar var; elmalı, vişneli ve limonlu. Garson kızın önerisi limonlu. Hayır hayır! Birden edebiyata merak salıp, öykü yazmaya karar vermedim. Filmin kısacık başlangıç bölümündeki görsel mekan betimlemelerinin kafamda oluşturduğu görüntüyü aktarıyorum size yalnızca.
Adam, garson kadına uyar ve limonlu turta siparişi verir. Sevgilisi olan kız bir şey istemez. Müzik kutusuna gidip bir plak seçer ve dans etmeye başlar. İçerideki birkaç adam yarı çıplak dans eden kıza aç bir şekilde bakarken, hareketlenen fallus öğesi, dışarıda bir akrebin kuyruğunu sallayışı ile betimlenir görsel bağdaştırmayla. Ancak akrebin üzerinden geçen tekerleğinin onu vırç diye ezişinin neyi betimlediğini, filmin ilersinde anlayacak olan seyirci yalnızca o an asfalta yapışmış kirli bir görüntü olarak algılar durumu. Bir kamyon lokantaya yanaşır. Gözü açık gitmiş ölü bir ineğin başı yakın plandan ve oldukça endişeli bir şekilde olayları inceler görünmektedir.
Buraya dek olan, ince düşünülmüş son derece temiz bir sinematografi örneğidir. Vahşi batının göbeğinde, sıradan, taşralı insanların yaşantısında, yol üstünde durak yeri olan ve bir kadının işlettiği salaş ama temiz bir lokanta... Bu nefis giriş sinematografisine eşlik eden Leonard Cohen'in doyumsuz ozanlığının yerini, kamyonla gelen iki kişinin lokantaya girmesiyle birlikte müzik kutusunda çalınan şarkı alır ve dikkatler sonradan Günbatımından Şafağa (Robert Rodriguez) filminde oynayacak ve filmde oynayan deneyimli oyunculardan rol çalıp da "Kıza bak lan! Helal olsun!" dedirtecek Juliette Lewis'in (Mallory) dansına kilitlenir. Fon müziğinin değişmesiyle birlikte görsel anlatım da değişir ve çevreyi araştıran ve nerede olduğumuzu anlamaya çalışan dağınık plan geçişlerinden, lokanta içinde olanlara tanıklık eden, keskin kamera açılarına geçiveririz. Tanık olduğumuz olaylar, öncelikle Mallory'nin tacizine uğrar gibi olması şeklinde gelişirse de ardından gelen sıkı dövüş sahneleri ve kanlı cinayetler, lokantanın içinde ve dışında kim varsa büyük bir keyifle öldürülmesiyle sonuçlanır. Pardon; bir kişi hariç. O kişi de Mallory ve Mickey Knox'un (Woody Harrelson) orada olduğu ve bu olayları gerçekleştirdiğini söylemesi için canlı bırakılır. Bu isimlere zaten daha önce Mickey'nin okuduğu gazetenin sayfasında, altı kişiyi öldürdükleri haberiyle de rastlamıştır seyirci.
Filmlerinin her anı, seyirci için bilgi içeren, diyaloglardan çok görsel anlatımla bu bilgileri aktaran ve olayları abartısız, süslemesiz olarak anlatırken yorumlarını da paralel kurgularla ya da ortamdaki yan obje, kişi ya da olaylarla hayranlık uyandıracak şekilde veren Oliver Stone, titiz filmografisinde, asla aksamayan sinematografisi ile özel yönetmenler arasında üst sıralarda yerini alır. Ve ilginçtir, hemen her filminden halka mal olan bir obje, tarz, olay, konu parçacığı gibi öğeler çıkmıştır. Her ne kadar bunlar kült tanımına uymasa da halka maloluş, ilginç bir şekilde farklı bir yere koyar Stone'u diğer yönetmenler arasında. Zaten kendine özgü işler yapan her yönetmenin yine kendine özgü bir yeri vardır yönetmenler arasında; Stone'a da bu özellik denk gelir.
Bunca yoğun bir özetin verildiği, filmin konusunun neredeyse anlaşıldığı bu girişten sonra Stone, filminin jeneriğine geçer seyircisini "bundan sonra daha ne olabilir ki" düşüncesiyle baş başa bırakarak. Seri katil bir çift anlatılacaktır işte, bir de yol filmi havası vardır. Yakışıklı adam, güzel bir kız, ikisi de seksi… Ancak Stone'un verdiği bu bilgiler, bol keseden dağıtan bir müsriflikten çok, anlatacağı çok farklı yapıyı derinlemesine işleyebilmek için kendisine zaman bırakması, konuyu anlatmak için bu zamanı harcamak istememesinden kaynaklanmaktadır. Seyirci, bütün bu anlatılacak şeyleri, kafasına vurulmadan, gözüne sokulmadan, didaktiklikten çok uzakta ve büyük bir keyifle izleyecektir film boyunca.
Bu farklı yapının ilk ipuçları, jeneriğin hemen sonrasında feci bir sitkom parodisiyle verilir ki, bu sektördeki herkesin Stone'a ateş püsküreceği denli berbattır. Mickey ile Mallory'nin tanışmalarını gösteren çekimlerde, berbat bir aile yapısı, ahlaksızlık, şiddet, ensest ilişkiler, sitkom tarzında anlatılır. Oğlu ve karısının önünde kızını açıkça taciz eden babanın davranışları fondaki kahkahalar eşliğinde verilir örneğin. Eve et getiren Mickey ile Mallory, o anda aşık olurlar ve babanın arabasıyla kaçarlar. Mickey'ye kasaplık mesleğini vermek ve onu kanlı beyaz önlüğüyle göstermek de yine konunun göndermelik detaylarından biridir filmde. Stone, filmlerinde boş kare olmayan yönetmenlerdendir!
Mickey'nin araba hırsızlığından içerde yatışı, Mallory'nin onu ziyarete gidişi ve çıkmasını bekleyişi, daha önceki çöl arazideki melek sahnesi vb. sahneler, bu filmden dört yıl önce çekilmiş olan Wild at Heart (David Lynch) ile tarz olarak feci şekilde örtüşür. Ancak kendi tarzını oluşturmuş ve bunu da kanıtlamış bir yönetmenin filmindeki bu benzerlik, yazının ilerleyen bölümlerinde yeniden incelenecek ve bir yanıt arayışına girilecektir.
"Ona hiç engel olmadın!"
Hapisten çıkıp da bir gece vakti ansızın çıkagelen Mickey'yi penceresinin önünde gören Mallory, onunla gidiyorken, engel olmaya çalışan babasını Mickey ile bir olup vahşice öldürdüğünde, kendisine karşı yapılan ensest tacizin, daha da ilerisi, doğrudan tecavüzün intikamını alır. Böyle bir olayı, hayatında yaşamamış olan seyirci, olayın bittiğini düşünürken yatakodasına çıkan Mallory, Mickey ile birlikte annesini yatağa bağlar ve yukarıdaki sözlerin ardından kadını ateşe verir. Dışarı çıkacaklarken kapıda görünen kardeşi Kevin'e ise neşeyle söylediği şey düşündürücüdür: "Artık özgürsün Kevin!"
Badlands'deki dramaturjinin aksine, Katil Doğanlar'da öldürme nedeni olarak yapılan eylemlerde, son derece net kin ve nefret duyguları hakimdir. Yargı sürecinin devlete değil de kişilere bağlı olduğu mantığı ülkemizde de ne yazık ki hala geçerli olan bir durumdur. Mahkeme sürecine inanmayan ya da yol-yordam bilmeyen insanımız da hayatındaki önemli sorunları kendi halletme yolunu seçtiğinin örnekleri kesinlikle az değildir. Namus cinayetlerinden tutun da komşusunu, ailesini, trafikte tartıştığı kişileri öldüren insanlar en kalender deyimle kader kurbanı olarak adlandırılır ülkemizde.
Badland'de amaçsız ve rastgele ya da en azından orada oldukları için öldürülen kişilerin yerini, Katil Doğanlar'da bir tür kişisel yargılama süreci sonucunda işlenen cinayetler alır. Yalnız her iki filmde de öldürme eylemi, seyirci tarafından desteklenir bir yapıdadır ki bilinçsiz yaklaşımlar söz konusu olursa tehlikeli bir durum oluşur. Sinemanın gerçek olmayıp, kurmaca bir görsel sanat dalı olduğunun bilincinden Hollywood tarafından uzaklaştırılan seyirci kitlesi, filmde anlatılanlar ve burada yazılanlar da dahil, öldürme eyleminin savunulduğunu, hatta özendirildiğini düşünebilir. Oysa ki bu filmlerde anlatılan ana tema farklıdır. Badlands için bu konu geçen hafta tartışılmıştır. Katil Doğanlar içinse olay, filmin ilerleyen bölümlerinde tam bir düzen ve medya eleştirisine dönüşecektir. Medyanın, düzenin ve dolayısı ile halkın, seri katilleri baş tacı edip, onları yıldızlaştırması gibi hastalıklı bir yapıyı seyircisine aktarmaya çalışan Stone, medyanın yöntemlerini, üstü kapalı ama çok zekice filminde de kullanarak seyircisini bu oyuna alet eder. Seri katilleri seyircisine kendi elleriyle sevdirmesi, anlattığı iğrençliğin ne denli basit bir yolla gerçekleştirilebileceğinin de ispatıdır aynı zamanda.
Filmin konusundaki bu dönüşüm, tam da filmin burasında başlar zaten. İkili, televizyondaki, "Amerikalı Manyaklar" programının konusu olduğunda, sözü edilen kişilerin kim olduğunu bilmeseniz dahi nasıl böyle önyargılı bir program adı olabileceği üzerine yoğunlaşır düşünceleriniz. Yazan, yöneten, sunan ve yapımcı aynı kişi Wayne Gale (Robert Downey Jr.) parodisi ile filmde verilen program, gösterişli girişiyle kan ve dehşeti evlerinde bira içip hamburger tüketen insanların dudaklarının kenarından akan ketçapla özdeşleştirecek gibi görünmektedir. Katilleri, olağanüstü güzellikte çekimlerle ve gıpta edilecek karakterlerle sunan bu programlar –ki ülkemizde canlandırma şeklinde yapılan haberlerle aşırı benzeşirler– Stone'un filminde verilen seri katil imajı ile paralellik gösterir. Filmin eleştirilerinde, Stone'u, seri katilleri iyi tarafta göstermekle suçlayan kişiler, bu programları film içinde de, televizyonda gösterildiği zamanlarda da göz ardı ediyorlardı büyük olasılıkla,ancak böylesine açık ve net verilmiş bir görsel eşleştirme, seyirci tarafından nasıl anlaşılmaz hala bu satırların yazarı tarafından çözülemeyen bir muammadır.
Öyle ki, program sunucusu yalnızca Amerika değil Tokyo'da, Paris'de bile insanlarla –güya– röportaj yapmakta, ama aslında onları kışkırtıp tek taraflı söylemleri ekrana taşımaktadır: genç erkekler olayı son derece heyecanverici (hot) bulurken, kızlar ellerinde pankartlar "Öldür beni Mickey" diye haykırmaktadır. Bu haykırışlarda İngilizce sözcük olarak "kill" yerine "murder" sözcüğünün kullanılması yine dikkat çekicidir ve içten içe mazoşist bir cinselliğin dışavurumu aktarılır bu şekilde. Gazete manşetleri, bizdeki "flaş-şok" başlıklarını aratmayacak şekilde duyururlar ikilinin haberlerini. Filmin burasındaki görüntüleri izlerken algıladığınız tek şey, olayın ne kadar muhteşem, olağanüstü ve harika bir şey olduğudur.
"Manson'dan beri toplu katliamda en iyi onlar."
Genç bir adamın, hayranlıkla gülümserken söylediği bu sözlerin ekranda milyonlara gösterildiğini filmine plan yapan Stone, artık bundan ötesi olamaz mantığıyla anlatımını burada kesip yeniden ikilisine döner.
Onlar da hepimiz kadar tutku dolu, onlar da hepimiz kadar sevişken kişilerdir ve aralarında büyük bir aşk vardır. Bu aşkın anlatılışı, Wild at Heart'daki Denizci ve Lula'nın aşkı ile öylesine benzeşir ki sanki Stone, o filmdeki karakterleri birer seri katile dönüştürüp bu filmi çekmeye karar vermiş gibidir. Ama filmin konusunun Quentin Tarantino'ya ait olduğu düşünülürse ortaya iki seçenek çıkar: eğer bu benzeşimin çalıntı olduğunu düşünüyorsanız, sorumlusu Tarantino'dur; kendine sinema tarihinin en büyük hırsızı diyen adam yani. Yok eğer bunun Lynch ustaya bir gönderme olduğunu düşünüyorsanız olay Stone'a aittir. Siz karar verin artık.
Bu arada Mallory'nin, depresif bir haldeyken dışarıda kendi başına işlediği bir cinayeti incelemeye gelen polis şefinin (Tom Sizemore), olay yerinde kalan külodunu koklaması, öldürülen adam yerde yatarken ve cesedi daha soğumamışken arabanın üzerinde Malllory'nin kalçasının ve tükürüklerinin izini sürmeleri ve bundan tahrik olmaları, Stone'un filmindeki düzen eleştirisinin içine, polis teşkilatını da katmasının izleridir. Bir yandan da durumu körükleyen olay, ikilinin birer seri katil olmalarından çok, ulaşılmaz birer yıldız haline gelmiş olmalarıdır ki, ikisi de herkes tarafından, en üst düzeyde arzulanmaktadırlar.
İkilinin, uyuşturucunun da etkisinde, polisten kaçmak için saptıkları bir yolda, Tarantino'nun bilmem hangi filmden arakladığı Kızılderili adam ve torunuyla birlikte olan sahne, başından sonuna dek Stone sinematografisinin tavan yaptığı bir sahnedir ki, ne üzerinde konuşmaya, ne de nelerin nasıl anlatıldığı üzerine yazmaya elverir gönül. Bu sahnedeki, ikiliden beklenmeyecek bir tepkinin de filmin ilginç sürprizleri arasında olduğunu söyleyip, filmin en can alıcı sahnesine geçelim.
Yılanlar tarafından ısırılan Mickey ve Mallory, uyuşturucunun da neden olduğu hayallerin içinde arabayla yol almaya çalışırken, bir büyük ecza dükkanına rastlarlar. Panzehir raflarda kalmamıştır, tezgahtar polis alarmını çalıştırır, bunun bedelini canıyla öder ve polisler gelir… Önce Mallory yakalanır, Mickey'nin dükkanda kıstırıldığı, çekimleri ve kurgusu çok zorlu geçtiği her halinden belli planlarda, polisler Mickey'yi yakalamaya, Mallory'yi de ellerinde tutmaya çalışırken onlara eşlik eden bir televizyon kamerası ve sunucusunun iğrençliği ara planlar halinde gelerek beynimize kazınır. İlgniçtir, bu sahneye eşlik eden müzik yine bir Carl Orff yapıtıdır (Carmina Burana) ve görünen ne varsa olağanüstü anlamlanmaktadır.
Mallory için kendini feda edip teslim olan Mickey, zorlu bir kavgadan ve telef olan polislerden sonra elektrik şoku verilerek etkisiz hale getirilir ve ardından erkek zayıflığının en zavallı fallus örneği "güç bizde artık" tekmeleriyle yerde kıvrandırılır. Bu yakalanma süreci olağanüstü tempolu planlarla verilirken araya giren Uzakdoğulu haberci kızın görüntüleri de iyice iğrençleşir gözümüzde. Sahnenin finaline doğru düzeyi artan Carmina Burana haykırışları ve vurmalı çalgıların gümbürtüleri eşliğinde Mickey'nin bir yığın polis tarafından dövülüşü sırasında kamera çok geniş bir açıyla genel plana doğru uzaklaşırken, tepeden bir tanık olarak baktığımız koca mağaza ve caddede olanlar, Mickey'nin mi daha suçlu, ona yerde tekmelerle girişen polislerin mi daha haklı, ya da olanları gözünü kırpmadan görüntüleyen kameramanla, gördüklerini anlatan kadının mı daha iğrenç olduğu konusunda asla kendimize itiraf edemeyeceğimiz boşluklara düşeriz. Genel plana atlayıp da hiçbir sözel yorum getirmeden böylesi bir görsel etkinin yaratıldığı bu kamera hareketi, sinema tarihinin çok katmanlı olay anlatışının en iyi 100 planı arasındadır. Carmina Burana'dan alınma bölümün finaliyle, görüntü de yok olur ve sahnelerin ardı ardına dizildiği, planların soluksuz ardıllandığı Katil Doğanlar'da perde ilk kez kararır.
Bir yıl sonra...
İkili, bulundukları tutukevinden, akıl hastanesine götürülecektir ve buna kimse cesaret edemediğinden onları yakalayan polis şefi bu iş için görevlendirilir. Tutukevine gelen polis şefi, bir yıldız gibi karşılanır. Başka bir konuda yazdığı kitap çok satanlar arasındadır, herkes ona hayrandır ama daha önceki bölümlerden birinde gördüğümüz gibi o da hayat kadınlarını birlikte olmak için çağırmakta ve onları boğarak öldürmektedir. Üstelik çocukluğu ciddi travmalarla geçmiş ve "bir şekilde" polis olmuş toplum içinde tehdit oluşturan seri'lerden biridir.
Karşısına konan Tutukevi müdürü (arıza müdür tiplemesiyle olağanüstü abartılı ve kiç sınırlarındaki oyunculuğuyla Tommy Lee Jones), Knox'larla karşılaştırılamayacak bir kaçıktır. Stone, yargı sürecimizi, hadi daha net konuşalım vicdanımızı sürekli sorguda tutar film boyunca yaptığı gibi. Polis şefi ile tutukevi müdürünün tanışma aşamasını, tutukevi içinde uzunca bir sahneye yayan Stone, kişiler, objeler, demir parmaklıklar gibi ne varsa detaylarıyla kattığı tuhaf kamera açıları ve anlık planlarla böldüğü parçalarla bu sahnede seyircisine, ön planda iki kişiyi tanıtırken, paralel kurgularda ve yan olaylarda tutukevini, suçluları, demir parmaklıkları, yaşam koşulları vb. ne varsa detaylarıyla anlatıverir bir çırpıda.
Seyircinin beyni film boyunca bir dakika boş durmaz. Algıları, sözel ama çoğunluk görsel sürekli bir bombardımana maruz kalan seyirci, filmin görünürdeki konusu ve görünürde gelişen olaylarına bağlı sayısız detayda yorumları da algılamaya devam eder. Görme ve algılama sürecini çok katmanlı bir şekilde ama sırayla değil aynı anda yaşayan seyirci, bu görsel bağlantılar ya da geçişlerle kafasında kendi yorumlarını da yapmaya başladığında, film bittikten sonra neden bu denli yorgun olduğunu düşüneceğinden habersizdir henüz.
Mallory, hücresinde görülüp, kapıdaki gözetleme deliğine vahşi bir hayvan gibi saldırdığında pek tuhaf karşılamayız bu davranışı. Kendisi tanıdıktır artık. Sıra Mickey'yi görmeye gelmiştir. Ama onun bir misafiri vardır: Wayne Gale! Akıl hastanesine götürülmeden önce bir röportaj için Mickey'nin ikna edilmeye çalışıldığı sahne, artık medya eleştirisinin de çok üzerinde, insanın içindeki doymak bilmez açgözlülüğün suratımıza vuruluşudur ve binlerce kilometre ötede, ülkemizde, sokakta çocuğunun üzerinden araba geçen aile ile evlerinde röportaj yapmak için ya da tecavüze uğramış çocuk yaştaki kıza "Neler hissettin" diye sorma şansını yakalamak isteyen habercilerin nasıl bir pazarlığa giriştiğini düşünürsünüz bu sahneleri izlerken.
"Kurt, neden kurt olduğunu bilmez ve geyikle karşılaştığında yapması gerekeni yapar."
Büyük bir magazin atağı olarak düşünülen, üstelik büyük kupa maçı öncesi canlı yayında verilmek üzere planlanan röportaj, tam anlamıyla Mickey'nin kontrolünde bir gösteriye dönüşür. Mickey, türlerin farklılığıyla, doğal yapının gerekliliğiyle, endüstrileşme adı altında yapılan katliamla, savaşlar ve bombalarla öldürülen milyonlarla, insanın içindeki vahşiliği, aslında bir anlamda potansiyel katil yapıyı anlatırken, Gale'i de bütün resmi düzeni de alt eder. Son soruya karşılık verdiği yanıt "Çünkü ben doğuştan katilim" olur ve bu söz tutukevinde büyük bir isyan başlatır. Röportaj sırasındaki çekimler, televizyondan seyredenlerin renksiz planlarında ekranın ve Mickey'nin renkli görüntüleri ve daha bir çok detay, sayısız mesaj ve göndermelerle dolu mükemmel bir sinema örneğidir.
Röportaj yapılan odada, isyandan dolayı çekim ekibi ve polislerle yalnız kalan Mickey bir anlık dikkatsizlikten yararlanıp kontrolü ele geçirir. Polisleri öldürür ve çekim ekibi ve bir kamera ile bu sefer kendi gösterisine başlar. İsyanın içinden Mallory'nin hücresine girilirken televizyon kanalından canlı bağlantı kurulur. Canlı bağlantıyı kuran kadın sunucunun bu sahnede, bir anlık planda göğüslerinin kabarırken gösterilmesi, Stone tarzı paralel görsel yorumlara güzel bir örnektir. Gale, her koşulda görevini yapan bir basın mensubu olarak anlatılırken, Mallory'nin hücresine girildiğinde yaşanan katliam canlı olarak televizyonda verilir. En son Mallory ve Mickey'nin kucaklaşıp öpüşmeleri, "Bayanlar baylar, işte beklenen öpüşme! Herkesin bir daha yapamayacaklar dediği şeyi yapıyorlar." sözleriyle sunulur televizyonda.
Stone filmografisi her ne kadar baştan sona inceleme gerektiren sağlam ama karmaşık ya da şiirsel olmayan, derinlemesine anlatım içermeyen, temiz ve derli toplu anlatımıyla bir sinematografi bütünüyse de Katil Doğanlar, bir film olarak tasarımıyla, ana olay örgüsüne paralel yorum yüklenmiş yan olay ve karakterlerin asla birbirine karışmayan tertemiz anlatımıyla ve tabi ki bir sn bile düşmeyen temposuyla gelmiş geçmiş en iyi 100 düzen eleştirisi filmleri listesinde üst sıralarda yer alır. Peter Weir'in bol bol izlemesi dileğiyle…