Kızarmış Yeşil Domatesler - Olağanüstü Öykü Anlatıcıları

Konusu ve işleyişiyle oldukça basit görünen Kızarmış Yeşil Domatesler (Fried Green Tomatoes), seyirci-okuyucu kitlesinin algılama sürecinde en ufak bir boşluk bırakmayan olağanüstü mükemmellikteki dramatik kurgusuyla hayranlık uyandıracak bir film keyfi oluşturuyor seyircide. Biri geçmişte kalmış, diğeri şimdiki zamanda devam eden iki kadının yaşantısı paralel kurguda verilirken kesişmesi olanaksız bu iki yaşam biçiminden birinin diğerini etkileyişi de didaktikleşmeden en doğal haliyle veriliyor sözcüğün tam anlamıyla su gibi akıp giden duru, tertemiz filmde. Her olgu bir olaya dönüşüyor, her olay bir öncekinin çözümüyken, bir sonraki olayın düğümünü oluşturuluyor filmde. Tıpkı açılış sahnesinde olduğu gibi…

Orta yaş üstü obez bir çiftin yolculuk sırasında –kadın yüzünden, bilinçli– kayboluşlarıyla açılan film, hastanede ziyaret edilen teyzenin gelinine kova fırlatarak kovmasıyla sonuçlanır ki bu olay kadının, kocasını sürekli yanlış yola sürüklemesini açıklarken aynı zamanda bir tanışmaya da neden olacaktır.

Kathy Bates'in yanakları sıkılası bir şekilde canlandırdığı, sıradan –hele ki Amerika için çok fazla sıradan- Evelyn karakteri, abartı girdaplarıyla, duygu sömürüsü tuzaklarıyla ve kahramanlık klişeleriyle doldurulabilecek ahkam kesme riskleriyle dolu, son derece basit görünse de üst düzeyde bir karakter çözümlemesi gerektirecek yapıdadır. Ancak Bates, bu tuzakların hiçbirisine düşmeden rolünün üstesinden fazlasıyla gelmiştir.

Film seyrederken, oyunculukları sinematografiden hariç, kendi içinde algılama yolunu seçerim hep. Çoğunluk seyrettiğim önemli yönetmenlerin filmlerinde de oyuncuların üzerindeki yönetmen etkisini hissederim. Kendiliğinden belli olur aslında bu durum. Filmin sinematografisi içerisinde öylesi oyunculuklarla karşılaşırsınız ki, yönetmenin etkisini fazlasıyla hissedersiniz. Oysa bu filmde Kathy Bates rolü öylesine sevmiş ve kendince öylesine hazırlanmış olduğunu hissettiriyor ki, gözümde canlanan, yönetmenle rolü üzerine konuştukları görüntülerden çok Bates'in evde, yolda, her yerde Evelyn rolüne uyum sağlayış görüntüleri oluyor.

Evelyn, teyzeden kovayı yemiş, bekleme salonuna giderken hafif yollu uyuz, şişko, acınacak ev kadını görüntüsü verir ki, seyredenlerin filmin başında bundan rahatsızlık duyması mümkündür. Bu yapıdaki Amerikan kadını ile alay mı edilecektir yoksa? Tam da o sırada yaşlı bir kadın "mesanemi aldılar biliyor musun" diye seslenir oturduğu kanepeden. Yaşlı bir kadın mı? Haddimizi bilme noktasındaki kalenderliğimizi koruyalım lütfen! Mesanesinin alındığını bağırarak söyleyen yaşlı kadın Jessica Tandy'dir (Ninny) ve Bates'in bu kadar iyi oynadığını ve diğer daha birçok şeyi bilmeseniz bile başlangıçta bu filmi izlemenize tek neden olabilecek isimdir. Üstelik onu 82 yaşında gerçekleştirdiği olağanüstü oyunculuğuyla yine ve yeniden izlemek filmin yönetmen aşan noktalarından biridir.

Tabi Evelyn için, hatta tabi ki bizim için de bu tür mekanlarda karşılaşılan konuşkan, girişken ama sizin için tam bir sıkıntı kaynağı olacak yaşlı-hasta kişilerden biri modunda başlayan sahnenin planları ilerledikçe Ninny dikkatinizi çekmeye başlar. Neredeyse Evelyn'in sürekli çantasından bir şeyler çıkararak yediği sevimli şişko kadın mizanseninin seyrediş keyfine cılız, yaşlı, geveze kadın karşıtlığıyla denge sağlar ki hangisinin keyfini yaşayacağınızı bilemezsiniz. İkisi de ölümüne tatlıdır! Üstelik Ninny, kendisine lavman yapıldığını öylesine doğal bir şekilde söyler ki, filmin devamında ne anlatırsa anlatsın, bu karakterde ne olursa olsun bir anını bile kaçırmadan izleyeceğine ikna olur seyirci. Tıpkı baba Bloom'un anlattıklarında yüreklerimize işleyen, tenimizi saran o tatlı naiflik gibi.

Sohbet ilerler, Ninny gittikçe daldan dala atlayan konularıyla Evelyn'i esir alır, ancak bu esir alınışın içinde belli belirsiz bir ilgi uyanmaktadır. Önceleri sırf kibarlıktan yaşlı kadının sorularını yanıtlayan Evelyn, gittikçe daha ilgili olacaktır ve Ninny konuştuğu sürece ambalajını açtığı çikolatayı bir türlü yiyememesi başta kibarlıktan da olsa sahnenin gelişiminde bir çatışmaya dönüşür ve bu çatışma filmde anlatılan iki kadının yaşantısının çakıştığı yerdir: film boyunca yaşamın anlamı ve yaşamanın kişilerce yorumlanması sorgulanır sürekli. Yaşamın içi doldukça uzaklaşılan çikolatalar, yerini insanların algılayış biçimlerine, kafa yapılarına vb. olan ilgiye bırakacaktır. Bu noktada dizinin bu bölümündeki her iki film de insanı içerilerde bir yerde yakalamaya başladığınızda nasıl olup da o kişinin onda birlik buzdağı parçasından başka yönlerine dikkat etmediğimiz noktasına sürüklemekle devam eder gider.

Ninny, kendi soyadındaki İdgie adlı bir kadını anlatırken –sözünü ettiği kişi ve olayların sanki karşı tarafın da çok iyi bilmesi gerektiği şeylermişçesine– sürekli sorar Evelyn'e teyid almak istercesine, belki de kendi de inanmak istermişçesine… Bir olağanüstü olaylar dizgesine doğru gideriz bu anlatımlarda, herkesçe bilinmemesinin çok yazık olduğunu düşündüğümüz olaylar dizgisidir bunlar. "İdgie" başlıbaşına bir karakterdir ama nasıl olup da herkesin, İdgie'nin o adamı öldürdüğüne inandığını anlamadığını söylemesiyle irkilen yalnız Evelyn değildir. Rahat koltuklarında filmi izleyen seyirci o anda iyiden iyiye filme girer, dahası senarist-yönetmen işbirliğinin en tuzaklı yöntemlerinden birinin içine "hoooop" diye düşer büyük bir keyifle.

"Biraz otur da rahatla! Sana her şeyi anlatacağım" lafı her ne kadar baba Bloom denli herkesi esir edip anlatan ihtiyar tiplemesi vermese de burada Ninny, son derece kadınca bir zekayla –film bir kadın yazarın romanından uyarlanmıştır– önce avucuma alır, merak ettirir, sonra da keyifle anlatırım moduna giren yine bir sevimli ihtiyar görüntüsü verir. Her ne kadar romanı okumasam da film boyunca hissedilen derin dramatik yapı, romanın kendisinden kaynaklanmaktadır büyük bir olasılıkla ki senaryo ve film yönetimi aşamalarında bu dramaturjinin saygıyla korunduğu her yönüyle bellidir.

Nehre düşen arabanın görüntülerinde herkesin henüz kim olduğunu bilmediğimiz "o" adamı İdgie'nin öldürdüğünü anlatırken, Ninny bir anda İdgie'yi anlamak için ağabeyi Buddy'nin anlaşılması gerektiğini söyler. Öyküler birbiri içine girmektedir, sanki 1001 gece masallarının bitmek bilmez kurgusu örülüyor gibidir. Bu noktada birbiriyle eşleşen filmler serisi, edebiyatla da harmanlanıp çok daha farklı yapılara dönüştürülebilir mi diye düşünmektedir bu yazı dizisini oluşturan kişi ama bu kadar da karmaşık yapıya girişmemekte temkinli davranır aynı zamanda.

Anlatılan kişilerin ilk gençlik yıllarına denk gelen bir düğün sekansında anlatılan olaylar hep İdgie'nin sıra dışı kişiliği yüzünden alt üst olan kişilere bağlanmaktadır ki iyiden iyiye bu kızın daha ne haltlar çevirdiği merakı uyanır seyircide. Örneğin gelin düğününü mahvedeceğini haykırarak panik halde ortalıkta dolaşmaktadır. Bu minik veri Büyük Balık filminde babanın, oğlunun düğününü mahvetmesini çağrıştırarak bu yazının amacını çok aşacak bir benzerlik oluşturur ve sanırım bu yazıyı yazan dışında da kimsenin dikkatini çekmemiştir. Annesinin çağırmasıyla merdivenlerden inerken gördüğümüz "şey", ilk bakışta düğünlerdeki kız çocuklarının içine sokuldukları o aptalca giysilerin içindeki sevimli bir kızken, dizlerindeki yara izleri, çakmak çakmak bakan gözleri ve özensiz taranmış saçlarıyla İdgie'nin ne fettan bir şey olduğu hakkında çok fazla ipucu verir. Bu arada, filmin başından beridir hissettiğimiz romandaki ve senaryodaki sağlam dramaturjiye yenilmeyecek bir sinemasal görselliğin de farkına varır, bu kendini çok fazla beğendirememiş yönetmenin filmini seyredişimizdeki gerginliklerimizin büyük bir bölümünü üzerimizden atarız.

İdgie, kendisiyle dalga geçen bir çocuğun zorlamalarına dayanamayarak herkesin gözü önünde merdivenlerin üzerinden atlayıp çocuğa saldırır ve ardından herkesin bağrış-çağrışına dayanamayarak ağaç evine tırmanır ki, peşinden koşup gelen ağabeyi Buddy ile aralarında geçen konuşma ikisi arasındaki sevgi bağını vermekle birlikte, Buddy'nin İdgie'de fark ettiği güzelliklerin seyirci tarafından algılanmasının da sağlandığı bir sahnedir ve bu sahnenin planları o denli yerinde kesilmelerle detaylarda verilen minik kısacık planlara bölünmüştür ki, yönetmen hakkında vardığınız bir önceki yargı daha da netleşir kafanızda.

İdgie'nin çocukluk aşkı sınırlarını zorladığı Buddy'ninse ilgi duyduğu bir kız (Ruth) vardır. Bu kızı düğünden uzaklaştırarak yalnız kalmaya çalışan Buddy'nin İdgie'yi de yanından ayırmaması hoş bir ilginçliktir ve kesinlikle romandaki kadınsı kurgudan gelmektedir kanımca. Ancak düğünden uzaklaşırken birbirine yakınlaşan çiftin fonunda izlediğimiz İdgie, sahnenin sonunda Buddy'nin ölümüne tanık olacaktır ve bu olay, her şeyin finalini oluşturmak üzereyken, filmin ana kurgusunun başlangıcını oluşturur. Artık her şeyi Ninny anlatıyor da olsa Kızarmış Yeşil Domatesler, tümüyle İdgie üzerinde yoğunlaşmış halde devamını merakla beklediğimiz bir film haline gelir. Bu ölüm sahnesinin hemen öncesinde Buddy'nin ilgi duyduğu kıza kendi coğrafyası içinde anlattığı öykü filmden kopup doğrudan Büyük Balık filmine bağlanmanıza neden olur. Kasabalarının gölü bir gece ansızın donmuştur. Öyle ki göldeki ördeklerin alt tarafı buzun içinde kalmıştır. Panik olur ve can havliyle kanat çırpmaya başlarlar, havalanırlar ve donan gölü de beraberlerinde götürürler. İşte o gün bu gündür o göl kurudur.

Buddy'nin ölümüyle sarsılan İdgie, geceler boyu nehir kenarında yaşamaya başlar ve yanına yaklaşmasına izin verdiği tek kişi olan zenci köle Koca George ile birlikte en derin katarsiz yoğunluğunda esir alır bizi. Tamam, filmin bir baş yapıt olduğunu asla savunamam ancak Avnet'in senaryodaki dramaturjiyi, filmdeki görsel anlatıma çevirme yetisi kayda değerdir ve duygusal anlatımlarda derinleştiği sinematografik öğeler bütününü birarada kullanışı etkileyicidir.

"Bir kalp kırılsa bile aynı şekilde atmaya devam eder!"

 İşte tam bu noktada bunları anlatan Ninny'nin görüntüsünü aşağıdan yukarı tilt ile veren Avnet'in bunda ciddi bir amacı vardır: 82 yaşındaki kadının eskimiş Adidas spor ayakkabıları ve baklava dilimli son derece spor çoraplarını göstermek! Evelyn elindeki çikolatayı çantasına tıkıştırıp içinden mendil çıkarıp tombul yanaklarının üzerinden gözyaşlarını siler. Evelyn'in sürekli yediklerinin başka şeylerle yer değiştirmesi önemlidir. Burada Evelyn, yaşlı kadının anlattıklarından bu denli etkilenmiş bir halde gözyaşlarını silerken, bunca uzun bir öykü anlatışının karşılığında minicik de olsa bir şeyler söyleme çabası yerine Ninny'ye çantasından çıkardığı bir çikolatayı uzatır. Verebileceği tek şey odur o anda: bir çikolata! O an Ninny'ye verebileceği düşünsel bir karşılık yoktur, sahip olduğu şeyler yalnızca çantasında tıka basa dolu olan çikolatalardır. 

 Bu dizinin diğer yazılarında zaman zaman birbirinden çalınmış öğeler yada esinlenme bazında ama baskın etkilenme şeklinde görülen oldukça düzeysiz benzeşimlerden de söz edilmektedir ancak burada, bu iki filmdeki benzerlik aslında belki bu iki filmin tüm çalışanları tarafından bile fark edilmeyecek yapıda ve seyircinin toparlayabileceği bir bütün oluşturmaktadır. Her iki filmde anlatılan kişiler son derece sıradan ve gerçektirler ve yine her iki filmde de olaylar anlatılıyor gibi görünse de asıl anlatılan filmde yokmuş gibi hissettirilen –üçüncü şahıs olarak verilen– baş karakterlerdir. Ancak bu kişilerin anlattıkları, o denli hepimiz kadar yalan ve o denli hepimiz kadar abartılı olmalarına karşın, hiçbirimizin olmadığı kadar içten oluşları ile DVD formatındaki kutularını başucu kitaplarımızın arasına sokturuverir. 

Tam Ninny'nin keyfimizi doruklara çıkardığı bu anlarda, içeriden çıkıp gelen kocaman koca, obez sevimliliğinde ancak televizyondaki maçı kaçıracak bir Amerikan Futbolu Erkeği şekline kendini gösterdiğinde Evelyn'in Ninny'yi bırakıp gitmesini acıyarak seyrederiz, feci de kızarız üstelik. Biz, ukala ve bencil seyirciler Ninny'nin konusuna devam etmek istiyordur, diğerine değil! 

Filmin devamında Evelyn'i evlilik kurtarma kurslarının seansında gösterir bize Avnet. Amacı nettir. Evelyn'i kendi içindeki çıkmazların depresyonunda kıvrandığını anlamaya başlarız. Kursta başlayan fikir ile eve geldiğinde vücuduna selofan kağıt sararak güller ve mumlarla donanmış bir akşam yemeği eşliğinde kocasına kendisini sunuşu, burada yazı ile anlatmaya değil tam anlamıyla seyretmeye değerdir.

 Bir sonraki hafta teyze ziyaretinde Evelyn odadan yine kafasına bir şey fırlatılarak kovulduğunda teyzeye ilk kez kötü bir laf edişini ilerleyen bölümlerde kendince yaşayacağı değişimin ilk adımları olduğunu fark etmeyiz henüz. Aşağıda yine tıkınır ama bu sefer kitap da okurken Ninny gelir ve kendisini beklediğini ima ederek bitmez tükenmez öykülerine başlar. Ninny, bir arkadaşına bakmak için hastanede kaldığını ve evini çok özlediğini sürekli söylemiştir şimdiye dek ancak artık bunun altında bir bit yeniği olduğu düşüncesi içimize işler. Zavallı kadının aciz durumunu kapatmak için söylediği bir yalan olarak algılarız anlattıklarını. 

Şimdiye dek anlatılmayan bir kafeden söze başlayan Ninny, yine Evelyn'i ve bizi esir alır ama kimse şikayetçi değildir bu durumdan. İdgie balıktan dönmüştür, annesi Ruth'un döndüğünü söyler. İdgie'nin Ruth'a soğuk davranışı, doğrudan o korkunç ölümün paylaşıldığı tek kişi olmasına bağlar bizi. Birbirleriyle ilgili birkaç sahnede Ruth'un erdemli ve toplumsal kurallara boyun eğmiş mantığı yerle bir edilirken İdgie'nin delişmen, özgür yapısı kilisedeki Pazar ayinini bile bastıran bir karşıtlıkta verilir ki filmin konusunu yönlendirecek çelişki ağı kurulmaya başlamıştır. Bu birbirine taban tabana zıt iki kişiliğin asla yakınlaşmayacağını düşünen seyirciyi ilerleyen bölümlerde feci sürprizler beklemektedir. 

Ruth'un ısralı çabaları sonucu, onun kendisiyle zaman geçirmesi isteğini kabul eden İdgie, Ruth'u önce duran bir trenin vagonuna bindirir gece vakti, tren hareket ettiğinde ise "eğlence" yeni başlıyordur. Idgy, trendeki yiyecekleri yoksul insanlara atarken verilen dinsel ahlak yozlaşmışlığının farkındalığı ilginçtir ama daha ilginç olan sahne yeni gelmektedir: tren hızlanmıştır ve bir sonraki durak 5 mil ötededir. Ruth'un İdgie ile trenden atlamaktan başka şansı yoktur. Bir sonraki gün seçilen olay güzel bir piknik gibi görülürken başta İdgie'nin ağaçtaki arı kovanına elini sokup çevresinde binlerce arıya aldırmadan içeriden bir petek bal alması, Büyük Balık ile eşleşmesindeki önemli etkenlerden biridir. Gece Ruth onuruna verilen sürpriz doğum günü partisinde ise Ruth'un asla yanından bile geçmeyeceği kişilerle koca bir gece geçirmesi, dahası sarhoş olup beyzbol topuna vurabildi diye herkesi öpmesi, Idgie'nin insanlar üzerinde oluşturduğu etkinin gücü üzerine bir efsane kurgusudur ki, Büyük Balık'taki Baba Bloom'un etkisiyle kesinlikle ve tümüyle örtüşür. 

Evelyn, bir sonraki seferde doğrudan Ninny'yi ziyarete gider ve öykülerin gerisini merak ettiğini söyler. Öykünün devamında Ruth evlenip başka bir yerde yaşamaya başlamıştır. Yıllar sonra Ruth'dan bir mektup gelir. İncil'den alıntı yapan Ruth, Idgy'ye şifreli bir mesaj göndermektedir ve ömür boyu onunla birlikte olacağını sezdirir. Koca George ve Julian'ı yanına alıp, arabayı da kendi kullanıp (Babam ve Oğlum'daki traktör kullanan babanne ile de eşleştirsem mi acaba…) Ruth'un evine giden Idgie, iki adama arabada kalmasını emredip eve girer ki Ruth'un baskı ve dayak içeren yaşamından taşınma olayı başlar. Evi terk ediş, son derece sorunlu gerçekleşir. Bu olayda Idgy'nin oynadığı başrol, Ninny'nin onu anlatırken neden bu denli bir hayranlık duyduğuna bir açıklama getirirken, diğer kişilerin dostane elbirliği duygusu özenle işlenmiştir bu sahnede.

Artık film, Evelyn ile Idgie'nin yaşamlarında olanları paralel kurguyla anlatmaya başlamıştır ki bunu, seyircinin dikkatini her iki konuya da çekip çaktırmadan geçişler yapan Avnet hakkında da bir merak uyanır içimizde. Yani aslında bu kadar iyi bir yönetmen midir –diğer filmleri bulup seyredilmelidir– yoksa asıl başarı, romandan gelen güçlü dramatik kurgunun senaryo üzerinden filme yansıması mıdır! Bu konu bu yazıda tartışılmayacaktır ancak sinema tarihinden bu tartışmanın yapılabileceği çok özel örneklerden biridir. Tartışmanın ötesinde bunu detaylarıyla incelemek ve bir başka yazıya konu etmek gerekir aslında. (senaryo-sinemasal kurgulama ve görsel anlatım işbirliği, nereye kadar birliktedir, nerede ayrılır, nerede hangisi kendini belli eder?)

"Kendimi yaşlı hissedemeyecek kadar genç ama genç hissedemeyecek kadar da yaşlıyım!"

Ninny bu lafın ve Evelyn'in kendini değersiz hissetmesini, kendisinin yaşdönümünde olmasına bağlar ve Evelyn'i ikna eder, bir de evden çıkıp çalışma tavsiyesinde bulunur ki, dramatik yapı içinde Evelyn üzerine yoğunlaşan ilgimiz, olayın bu denli basit bir şekilde netleşmesiyle sarsıntı geçirirken, konu Ninny'nin doğurduğu zihinsel sorunları olan çocuğundan söz etmesiyle yeniden toparlanır, ve yeniden ona yoğunlaşır. Gerçekten de filmde ne olursa olsun Ninny konuyu toparlamakta, çözüme kavuşturmakta ve bir şekilde olağanüstü öykülerine bağlamaktadır. Baba Bloom'u hatırlayan var mı? 

Ruth'un bir oğlu olmuştur ve Idgie ile birlikte bir kafe açmaya karar verirler. Koca George ve eşinin kafede çalışması ve zencilere hizmet veriliyor olması başta Idgie'ye tutkun şerif tarafında nazikçe uyarıldığında Ku Klux Klan'ın başlarına dert olacağını anlarız ve konunun içerisine eklenen bu sekans bütün anlatımı dağıtma riskine karşın filmde son derece yerinde işlenmiştir. Örgüt, başlarına iyice dert olmaya başladığında karşılarına çıkan ilk kişi Ruth'un kocası Frank'dır ve oğlunu almaya gelmiştir. Bu noktada gerilim düzeyinin iyice yükseltildiği film, kafasına kimin vurduğu belli olmayan bir kürekle yere yıkılan Frank'ın akibeti konusunda da seyircinin merakını canlı tutarak bundan sonra olacakları soluksuz izlemeye iter. Film, bir önceki cümlede yazılanları o denli başarılı bir şekilde hissettirir ki roman-senaryo-yönetmen kurgusu üçgeninin incelenmesi gerekliliği bir kez daha ortaya çıkar. bu sahnede verilen belirsizlik basittir kabul ancak sonraki sahnelerde ve filmin bütününde bu olayın işlenişi ve ne denli tek kaşı kalkık, cin bir sinema seyircisi olursanız olun sürpriz bağlanışı bu şekilde bir incelemeyi gerekli kılmaktadır. Okumakta olduğunuz yazı sırasında sinemasal anlatımı yazmaya çalışırken aptalca verdiğim ipuçlarını gözardı etmezseniz tabi. Bu olaylar olurken Koca George'un, koca kazanda pişen bir çorbayı karıştırışı vardır ki ileriki sahnelere feci bir göndermedir. 

Hemen ardından da koca George'un satırla kestiği büyük etleri ızgaraya koyuşuna oradan da lokantanın içindeki görüntülere gireriz. Yaşam devam etmektedir. Kafeye gelen bir adamla konu örgüsü yeniden değişir. Bu adam dedektiftir ve Frank'ı aramaktadır. Dedektif kendisine sunulan keki yemektense mangalda pişen ve nefis kokan eti yemek istediğini söyler. Bu plandan hemen koca George'un karıştırdığı kazana döneriz ki o çok bilmiş tek kaşımız yine kalkar. Dedektif ızgara etini yerken gözü Idgie'nin üzerindedir ve burada aklınıza aslında Ninny'nin anlattıklarını dinlediğiniz gelir. Ninny, "dedektif ızgara eti yerken gözünü Idgie'den ayırmaz" demektedir sanki hatta romanda da kesinlikle vardır bu cümle. Bu düşünceler yeniden bize edebiyat dilinin sinema diline döndürülüşündeki başarıyı gösterir. Roman cümlesinden, sinema cümlesine basit ama mükemmel bir çeviri. Film, yalızca bu "çeviri" boyutunda olsun bir kez daha ele alınmalı ve üzerine yine sayfalar dolusu yazılmalı gibi geliyor bana. 

Dedektifin Idgie'yi oturtup onun Frank'ı ölümle tehdit ettiğini (bu, Ruth'u evden götürdükleri sahnede olmuştu) söylemesinin ardından sıkı bir soruşturma süreci başlar. Bu süreçteki siyah ırk ayrımına eleştirel bakış çok güzel işlenmiştir. Bu arada lokantanın adını okuruz tabeladan "Kızarmış Yeşil Domatesler". Idgie'nin beceriksiz aşçılığıyla birgün deneyip Ruth'un berbat olmuş dediği ve ardından un, sebze ve diğer mutfak malzemeleriyle birbirine giriştikleri dilimlenerek una bulanmış yeşil domates kızartması!

Bütün bunlar olup biterken, İdgie'nin delilikleri ve Ninny'nin olağanüstü öyküleriyle birlikte Evelyn'in tam anlamıyla radikal bir değişimin içine girişi de paralel kurguda verilmektedir. Daha doğrusu zaten filmin başından beri verilen bu paralel kurguda İdgie'nin yaşamı doğrusal gelişimi ile anlatılırken, Evelyn'in önce sıradan yaşamı verilir, filmin ortalarından başlayarak da sıra dışı-canlı-anlamlı yapıya doğru değişim gösterir. Otoparkta yerini kapan genç kadınların (biz genciz ve daha hızlıyız) arabasına arkadan defalarca bindirmesiyle (ben de yaşlıyım ama sigortam var kızlar) başlayan süreci anlattığı zaman Ninny bile şaşırır ve kendi önerdiği hormonlardan günde kaç tane aldığını sorar. Akşam evdeki minik tramplende büyük bir mutlulukla spor yapan Evelyn, eve gelen kocasını karşılamaz bu sefer. Üstelik düşük kolesterollü diyerek geçiştirdiği yemek basit birkaç parça peynir ve suşiden oluşmaktadır.

Evelyn'in Ninny'yi ziyaretleri artmış, elinde çiğ sebzelerle gittiği ziyaretlerde onun yediklerini artık Ninny'yi bile dayanamaz kılmıştır. Evelyn son derece rahat hareketlerle koca kanepeyi çekip kolluk yerine oturduktan sonra Ninny'ye sorar: söyle Idgie gerçekten Frank'ı öldürdü mü?. Yanıt ise tam Büyük Balık'lık bir yanıttır: "Daha oraya gelmedik tatlım". Ninny de aynen baba Bloom gibi ancak kendi istediği şekil ve uzunlukta anlatmaktadır olayları, aynı olağanüstülükte ve aynı zamanda aynı akıcılıkta…

5 yıl aradan sonra bile olayı takipten vazgeçmeyen dedektifin çabaları sonuca varır gibi olur: uzun ve bol yağan yağmurlar nehirdeki bir arabanın ortaya çıkmasına neden olur. Bu durum karşısında da Idgie ve koca George önce gözaltına alınırlar, ardından mahkemeleri başlar. Mahkeme, filmin genelinde hissedilen genel bir düzen eleştirisini devamı şeklinde işlenir ve hukuk, egemen görüş, erk gibi birçok çağdaş yaşam olgusu inceden inceye gerek alaycı gerekse tiksindirici bir sinematografi ile verilir.

Ruth'un tanık olarak dinlendiği sahnede, birçok açıdan sıkıştırıldıktan yanıtını vermekte çok zorlandığı soru kulaklarımızda roman-senaryo-sinematografi üçgeninde çınlar: "Neden hamile olduğunuzu bile bile Idgie ile gittiniz?" Evet baştan beri filmi izleyip de her şeyin detaylarına kadar bilen seyirci bile bu soruya –erk önünde– nasıl cevap verilebileceğini bulamaz. Burada soruyu soran düzen, insanca var oluşun temellerini ciddi bir şekilde sarsar ve film boyunca Ruth, Idgie ve koca George'un yaşamsal varlıklarının alternatifi olarak sunulan kimler varsa onları birer siyah-beyaz solgun kişilikler haline getirir.

Kilisenin pederi son tanık olarak çağrıldığında yemin etmesi için kendisine sunulan İncil yerine "kendi" incili üzerine yemin etmek istediğini söyler. Bu durum çocukluğumdan beri ülkemin dininden bağımsız ne denli insanın benliğine yönelik laik bir yönetimle yönetildiği konusundaki gururumun belki de en önemli tek noktasıdır: benim ülkemde mahkemede ya da mecliste insanlar "onuru ve şerefi" üzerine yemin ederler. İncil, kuran ya da benzeri herhangi bir inanç bazındaki kitabın üzerine değil. İnanç temeli üzerine kurulu yönetsel biçimlerin nasıl da delinebileceği, ancak insanın onur ve şerefini asla bırakamayacağı birazdan anlaşılacaktır. Tabi ki filmi henüz seyretmemiş kişiler için mahkemenin sonunu anlatmayacağım.

Giyimi, kuşamı, saçı-başı, fikirleri, tavrı, tarzı her şeyi değişen Evelyn'i, elinde baltayla evin bir duvarını yıkarken gördüğümüzde Ninny'nin mi daha olağanüstü şeyler anlattığını, yoksa filmin mi Evelyn'i olağanüstü gösterdiğini bilemez durumda ama "amaaaaan, olan oldu, bu kadar keyifli çok az film izledim, bırak keyfine var" diyerek mayışmış bir şekilde filmi izleyen seyircilerden birisi hala baba Bloom'un öykülerini hatırlamaktadır ki bu yazıyı yazmaya karar verip bu etkiden kurtulur ve filmi keyifle izlemeye devam eder.

Ninny'nin hastanede gözettiğini söylediği ama bizim inanmadığımız bayan Otis teması Evelyn'in bir sonraki ziyaretinde feci bir şekilde ortaya çıkar ve kızarmış yeşil domatesler, bilgisayar komutuyla doğrudan bir Büyük Balık filmi dosyasına dahil edilir kafamızda. Ninny'nin kendi terk edilmiş hasta dönemini, bayan Otis diye adlandırdığı hayali bir arkadaşına yardım için geçirdiğini filmin başından beri düşünen biz zavallı seyirci, üstelik de bayan Otis'in kızı olan zenci bir kadının bu olayı açıklamasıyla alt üst oluruz. Zenci kadın imgesi seyirciyi doğrudan Idgie'nin yaşamına bağlar gibi olursa da Ninny'nin evinin harabe olduğu ve bu yüzden yıkıldığı bilgisiyle neredeyse finaline geldiğimiz filmde yeni açılımlar oluşturur. Üstelik bu açılımlar olayı yalnızca arabesk bir ağlak duruma bağlayacakken film (roman? Senaryo?) bu tuzağa düşmez ve Ninny'nin bu olaydan bilgisi olmadığını öğreniriz.

Filmdeki bütün konuların tümü de apaçık ortada kalmışken, aynı ortadıktalık Ninny'nin odağındayken görülen planda ortada kalan Evelyn gibi görünmektedir. Lüle lüle saçları özensiz taranmış bir halde elinde bir armağan paketiyle ağzı bir karış açık ama zayıf ve ürkek değil, üzgün ama çözüm bulmaya çalışan Idgie'ye eş bir Evelyn vardır. Ninny'nin odasına girdiğinde onu uyurken bulur. Duvarlar Ninny'nin bahçesinde özlediği güllerin kağıttan kesilmiş yapıştırılmış güllerle dolu olan duvarların fonunda Ruth'un ve Idgie'nin resimleri vardır. Evelyn tam bunları görmüşken uyanan Ninny'ye bir doğum günü armağanı vardır: kızarmış yeşil domatesler.

Yeniden Idgie'nin yaşantısına döndüğümüzde Ruth'un oğlunu avutmaya çalışan Idgie birçok öykü anlatmaya çabalar ama bunların hepsini ondan dinlemiştir. Ruth da bir öykü anlatıcı olarak aramıza katıldığında bu yazı dizisinin ilk eşleşmesi olarak seçilen bu iki filmin önemi daha da belirginleşir. Öykü anlatmayı bırakan Idgie, gerçeklere yönelir, Denny'ye annesinin hasta olduğu noktasında konuşmaya başlar. Denny farkındadır. Ruth gittikçe kötüleşirken artık ilaç da kabul etmez. Ruth ve Idgie yalnız kaldıklarında Amerikalıları erkeklerin kullanmaya pek hevesli "hey man" lafına gönderme Ruth'un "hey girl" seslenişi, erkek-kadın naif bir feminist gülümseme yayarken yüzümüze, Idgie, hiç de karakterine uymayan bir ağlak modayken hele, Ruth uyarır onu ve kendisine bir öykü anlatmasını ister. Gölle ilgili olanı mesela, Idgie hayal kırıklığı yaşayıp da bunun bir yalan olduğunu söylediğinde, Ruth'un buna inanışındaki saflığını daha üzerimizden atamadan Ruth "biliyorum salak" deyişiyle anlatan-inanan kişi dengesi Büyük Balık'ta olduğu denli karışır kafamızda. Ancak burada değişen denge, Büyük Balık'ta olduğu gibi anlatanın yönünde değil, tam tersi anlatılan kişinin yönündedir. Burada anlatılan öykülerin en inanılmazına hazır yüreklerin kol gezdiği Kızarmış Yeşil Domatesler, Büyük Balık'ta inanılmazı küçümseyen ve keşke bana gerçekleri anlatsa diyen yüreklerle eşleşir. Tuhaf olan hep bir şeyler anlatılmasını bekleyen yüreklerin varlığıdır. Gerçek yada değil… olağan yada olağanüstü… ama hep anlatılsın isteği! Süreğen bir iletişim gereksinimi… insanın özündeki dayanışma duygusu, birine ait olmak bazında birini anlayabilmek!... Her iki filmde de bu iki insan öğesi vardır ama Büyük Balık'ta ancak finalde yakalanan bu duygu, Kızarmış Yeşil Domatesler'de filmin bütününde kendini hissettirir.

 Baba Bloom'un ölürken, ölümü hakkında oğlundan istediği, daha doğrusu onu zorladığı öykü anlatımı, Kızarmış Yeşil Domatesler'de ölüm döşeğindeki Ruth'un Idgie'den istediği öykü ile tartışmasız birebir çakışır. İdgie yine de anlatmak üzere göl öyküsünü seçer. Anlatırken verilen görüntü Ruth'un ölümünü son derece basit, naif ve gösterişsiz aktarır bize. Idgie, filmdeki en zayıf görüntüleriyle başladığı bu sahneyi arkadaşının başında ağlarken bitirdiğinde, güçlü kadının sevgiyle yaşabileceği dönüşümü bize aktaran film, zenci kadın tarafından yapılan dinsel ve kültürel ritüellerin kısa planlarla gösterilmesinden sonra Idgie'ye sarılır ve ona söylediği laf filmde zencilere yüklediği insancıl öğelerin en güzelinden biriyle tüylerimizi ürpertir: her şey düzelecek, bırak onu gitsin. Bırak onu, özgür kıl! Bırak gitsin!"

Evelyn'in yıktığı duvarı yeniden yapışı vardır ki amacı başkadır artık. Ninny'yi evine alacaktır. O akşam kocası ile yaşadığı 10 dakikalık diyalog, burada yazılması abes, filmde seyredilmesi mecbur bir diyalektik oluşturur ve evli, bekar, genç, yaşlı, erkek-kadın herkesi ciddi bir şekilde düşünmeye zorlar. Ah evet, sığ düşünenlerden özür dilerim; aslında olay son derece bencil bir feminist yaklaşım olarak da değerlendirilebilir.

 Bayan Otis ölmüştür, Ninny taksi tutup evine gitmektedir. Evelyn ona geç kaldığında düşündüğü tek şey vardır: onu yolda yakalamak ve kendisiyle yaşaması için ikna etmek! Peşine takılıp arabasıyla evine ulaştığında Ninny'yi, bavulunun üzerine oturmuş halde bulur. Bilinçle seçilmiş diyaloglardan sonra Ninny'nin ne yapacağını bilemezken söylediği sözler bizi filmin, her şeyin açıklandığı bir sonraki bölümüne bağlar!

 "Evim gitti, Otis öldü, ne yapacağımı bilmiyorum. Hayatımda ilk defa bakacağım kimse yok!"

 Bu laflar filmin öncesinde Ruth tarafından Idgie'ye söylenen sözleri çağrıştırır. Ruth her zaman bakılacak ve Idgie de ona bakacak kişi olarak belirmiştir. Filmin naifliğiyle düşen o bilgiç tek kaşlar yeniden kalkar ve kim bu Ninny gerçekte, yani aslen hani vede asıl olarak diye yeniden soran sinefil takıntılar, Evelyn'in onu evine götürmek istemesiyle yeniden naifliğe doğru yumuşarlarsa da Ninny'nin Otis'in aslında Sispsey'in kızkardeşi olduğunu anlatmaya başlamasıyla tümüyle eleştirellikten koparlar ve filmin sevimliliğine doğru yeniden yelken açmaktan büyük bir keyif duyarlar. Bundan sonrasını anlatmak filmi seyretmek isteyenlere yapılacak en büyük haksızlıktır ki bu satırları yazan kişi olarak böylesi bir davranışa cesaret edemiyorum.

Ancak yazı kapsamındaki sorumluluğum gereği söylemeden geçemeyeceğim şeyleri de kısaca geçiştirerek belirtmek zorundayım: film boyunca anlatılan olaylarda her ne kadar konuların düğümlenip, düğümlerin bir bir çözüldüğünü düşünseniz de aslında çözülmeyen ana düğümlerin olduğunu ve bunların da film boyunca merak ettiğiniz ancak bir türlü öğrenmediğiniz halde film boyunca rahatsızlık duymadığınız şeyler olduğunuz fark ettiğiniz sahnelere geldiniz. Film, gerçekten öykü anlatımı noktasında gücünü buradan almaktadır. Aslında katil uşaktı şeklinde biten polisiye filmlerde bu bilgiye ulaşana dek rahat edemezken, Kızarmış Yeşil Domatesler, sizi film boyunca anlatılan içice geçmiş öykülerle o denli sarıp sarmalar ki konunun kilitlenen bölümlerinin devamında ne olduğunu merak ederken aynı zamanda filmin gidişatındaki anlatımın keyfini yaşarsınız. Açıkçası, bu, benim çok az filmde yaşadığım bir keyiftir ve cidden bu sinemasal örgünün mekanizmasını çözme isteğimi ciddi oranda tahrik etmektedir.

Evelyn'e gitmek üzere oradan ayrılırlarken, Ninny, Ruth'un mezarını gösterir Evelyn'e. Evelyn mezar taşının yanında kağıda yazılmış bir notu okuduğunda Ninny'ye döner ve gülümseyerek sorar:

 "İdgie yaşıyor mu?"