Bir Gün İçinde Olup Bitiveren Bir Film

En sonda söyleyeceğimi ta baştan söyleyeyim hadi… bu film ve Moonlight Mile gibi filmleri hem yazmış hem yönetmiş bir adamın nasıl olup da Melekler Şehri gibi bir ucubeyi filmografisine dahil ettiğini anlayabilmiş değilim, anlamaya çalışıyorum ama aslında sanki kendi geçmişimdeki kara bir leke gibi unutmaya zorluyorum kendimi.

Filme, hareket eden bir arabadan geniş açı ile çekilmiş otoyol görüntüleriyle girilir ki nedeni sonradan anlaşılır: Morgan Freeman'ın canlandırdığı Him, şapşal ama iyi niyetli ve sevimli bir dobişkonun sürdüğü minibüs ile bir yere gitmektedir. Him, ünlü bir oyuncudur, dört yıldır çalışmamıştır, şimdi de kendisinin bile çok da fazla inanmadığı bir proje için seti görmeye gidiyordur.

Minibüsün içinden, ön camın önünden ve ikilinin açılı yakın planlarından çekimlerle verilen bu sahne uzadıkça uzar ama her lafın, seyircinin filme giriş yapmasına olanak tanıyan güzel açılımlarıyla ve ikilinin güzel oyunculuklarının yanı sıra yönetmenin de ritmik plan değişiminin, nerede hangi ifadeyi göstereceğinden emin sunuşuyla bir içim su gibi tüketilir seyirci tarafından, bu adamın nasıl olup da Melekler Şehri gibi bir fecaati yönettiği akıllarda takılı dururken.

Film tümden geniş açı mercekle mi çekilmiş düşüncesinin eşliğinde Him'in (İngilizce "O" olarak kullanıldığı halde bu şekilde kullanmaktan bilinçli bir şekilde kaçınıyorum, yorum okura kalsın) film seti diyerek girdiği yol kenarındaki büyük bir markette, set ya da film ekibiyle karşılaşmaz ama karmaşık hesapları kafasından yapabilen, ele avuca sığmaz bir genç kızla karşılaşır. Kız, en fazla 10 parçanın kabul edildiği ekspres kasada görevlidir ve müşterilere mikrofondan çatacak-aşağılayacak, onları herkesin içinde rezil edecek denli de huysuz ve bıkkın görünmektedir. Geniş açı objektifin önünde kişiler; dergi, meyve-sebze ve diğer ıvır zıvırın önünde kafa patlatılmış kadrajlar ve ana temayı ön plana çıkaran netlik ayarları ve sınırları belirli, net alan derinlikleriyle göze batmaktadır. Buna, kesinlikle titizce düşünülmüş ve renk perspektifi ön plana çıkarılmış sanat yönetmenliği de dahildir ve böylesi daha başından etkileyici bir sinematografinin geçmişinde Melekler Şehri gibi bir filmin olması anlaşılır gibi değildir.

Daha filmin buralarında, müşterilerin azar işitmeye hazır, yaramaz çocuklar hatta daha doğrusu süt dökmüş kediler gibi kasanın önünde sinik bekleyişleri ve kasiyer kızın aklından yaptığı hesaplarla Him'i şaşırtması izlemeye değer sahneleri oluşturur. Scarlet'i oynayan Paz Vega her ne kadar Freeman'a yetişmeye çalışsa da, birlikte oynaması bile bir gurur kaynağı olacak bu çalışmadan alnının akıyla çıkar, yer yer sarkan, yer yer Belgin Doruk oyunculuğuyla. Tabi bu arada kızın sokuşturduğu iğneli, muzip, zaman zaman saldırgan fakat son derece zekice laflarını, basit sözlerle Türkçe'ye çeviren çevirmenin de seyirci kitlesi tarafından çapraz sorgulamaya alınması ya da bir kaşık suda boğulması işten değildir.

Him'in ilgisi ve de Scarlet'in, onu belli belirsiz dikkate değer bulması ile gelişmekte olan sohbet, kızın diğer kasadaki kıza ve müşterilere sözlü saldırılarda bulunduğu mikrofon aralarındayken geçer. Altından ne çıkacağı belli olmayan bu tanışma süreci aslında bu denli agresif bir kız için dışarıdan saklanabilecek bir olayken, filmde –mekanda yayılan ses verilmese de– mikrofon elle bile olsun kapatılmadan sürer gider. Geniş açı mercek hala görevini sanat yönetmeninin renk ve netlik ayarlarıyla sürdürmekte ve hala bu yönetmenden nasıl olup da Melekler Şehri gibi bir filmin çıktığı düşüncesi varlığını sürdürmektedir.

Him'in kıza yönelik iltifatları doğrudan kişiliğine ve insan yapısına yöneliktir ki, bu lafların önemi konunun gelişimde anlaşılacaktır. Buraya kadarlık bölümde Vega, huysuz, işinden bıkkın, saldırgan vb. yapısını aktarmayı başarır ancak kesinlikle kişiliğinden hiçbir ipucu vermez.

Bu arada film, olağanüstü güzellikte yerel halktan karikatür tiplemelerle devam ederken senaryodaki feci absürd yapı ortaya çıkmaya başlar ama sinematografideki doğal başarı bu absürdlüğü bir taraftan kapatırken, diğer yandan da seyircinin kendisine gülmesini sağlayacak denli gerçekçidir. Cidden büyük markette ve ikilinin arasında hiç olmayacak şeyler yaşanmaktadır ama seyirci "bi Dakka yaaa, dur bakalım merak ettim, ne olacak, bekleyelim" diye bağırmayı tecih eder siz "Nasıl yani, ne açıdan? Hangisi?" diye sorduğunuzda.

Burada anlatsam yazının bundan sonrasını asla okumayacağınız saçma sapan durumlar içinde kalan Him, vardiyasının bitiminde Scarlet ile birlikte marketten çıkar ve kendisine yardım etmesi konusunda onu ikna eder. Seyirci de anlamaz orasının neresi olduğunu, film seti ve ekibin neden orada olmadığını, kendisini oraya bırakan şapşal oğlanın neden adamı almaya gelmediğini ve adamın onun gelmeyeceğine nasıl olup da bu kadar emin olduğunu… ve daha bir çok soru yanıtsız kalır… sanattaki saçmalamanın sanatı "absürd" drama, dört koldan ağlarını örerken, bunca saçma sapan gelişen bir olayın neden bu denli dikkat çekici oluşunu, seyirci kafasında Melekler Şehri felaketinin derinliklerinde aramaya çalışsa da boşundadır. Silberling, filmdeki, salondaki, evlerdeki herkesi esir almış, filmini sonuna dek seyrettirmeye yeminlidir.

İkili marketten çıkarlar, Scarlet, görsel anlamda hünerli bir başkalaşım geçirir, özel hayatı zekice yazılmış diyaloglardan, bir çırpıda anlaşıldığı üzere mahkeme masraflarını karşılayamadığı için boşanamadığı berbat bir adamla evlidir ve adam başka kadınlarla yatmakta (buradaki "yatma" çevirisi küçükleri korumak amaçlı seçildiğinden çevirmeni suçlamıyorum) ancak kızın arabasını kullanmaktadır. Ayrılmak istemesi bu şekilde bir açıklamayla verilen filmin absürdlüğü süregiderken filmlerinin senaryosunu da kendisi yazan Silberling'in Melekler Şehrinde, Wim Wanders'dan uyarladığı filmde senaryoyu neden Dana Stevans'ın çalışmasına verdiği anlaşılır gibi değildir. Film, başladığı andan itibaren kesintiye uğramayan bir zaman dilimi ile devam etmektedir, ne ileri doğru zaman atlaması olmuş, ne de geriye dönüşler yaşanmıştır. İspanyol azınlıkların yaşadığı ancak neresi olduğu –konusu geçtiği halde– bir türlü söylenmeyen eyalette geçer film.

Him, her tür, yaş ve cinsten insanla olağanüstü iletişim kurabilen bir "dünyaya inen melek" tadında boy gösterirken, dokunduğu her şey gibi Scarlet'ı da benzersiz bir dönüşümün içine çeker. Filmin başında, sanki kur yapmaymışcasına algıladığımız övgü dolu sözler, filmin devamında Scarlet'ın kendisi ile ilgilenilen, değer verilen, insan yerine konulan bir "dişi" kadın oluşunun özgüvenini oluşturur. Ve bu arada film, bütün saçmalığı ile mantığımızı zorlarken, kalbimizin en derin yerlerindeki kasları titretip doyumsuz seyrine devam etme isteğini sürdürür.

Ancak "Gırgıriye" filmlerindeki çingene kavgalarından aşina olduğumuz kavga sahneleriyle karşılaştırılabilecek, Scarlet'in kocasından (ve "yattığı" kızdan) anahtarlarını alma sahnesini, seyircinin izleme keyfinin doyumsuzluğuna bırakıp arabayı alan Scarlet'in paramparça olmuş giysisiyle mülakata gidemeyeceğinin tartışıldı sahneye geçelim. Hatta bu sahnenin de seyredilmesi gerektiği üzerinde durup, Him ile birlikte yapılan alışveriş sahnesine geçelim. Amerikan alışveriş tarihinin yazıldığı bu sahnenin, Hollywood göndermeleri ve ünlüler ile halktan insanların çatışmalarıyla yüklü yer yer komik, yer yer kiç öğelerle dolu bu sahneyi de aslında kesinlikle seyredilmesi gereken bölüme dahil edip, mülakatın başlangıç noktası olan araba temizliğinin abartılmasını da anlatabilirdim ama arabanın parlatılması paralelinde tuvalette yeni bluzu ve makyajıyla Scarlet'ın hazırlık sürecinin ertesinde pırrrrrıl arabanın içinde geçen ve Him'in Scarlet'ın hamlesindeki son rotuşları yaptığı sahneyi anlatmaya karar vermiştim ki mülakattan vazgeçmek üzere olan kızcağıza protein takviyesi gerektiği bilinciyle atlanılan bir sonraki sahnede içi sığır eti ile doldurulmuş domatessiz "basit" sandviçlerin yendiği sahnede sarı arabanın üzerinde karşılıklı geğiren ikilinin geri planındaki sisle kaplı endüstriyel fona takıldı gözüm. Film hala saçmalığın daniskasını güzümün içine soka soka kalbimi fethetmiş, dudağında kaval, çaldığı melodilerle beni peşinden sürüklüyordu.

Endüstriyel fondaki bu sahnede roller değişir gibi olur; hala mülakata gidip gitmeyeceği belli olmasa da kendine güveni gelen Scarlet, Him'i sorgulamaya daha doğrusu onun hakkında yorumlar yapmaya başlar. Yüzünden gülümsemesi ve sevecenliği film boyunca düşmeyen Freeman'ın ifadesinde nefis bir "hah oluyor" imajı belirir kendinden emin, olacakları bilen edaya eş. Ve de ilk kez dökülür kızın karşısında; kendinden sözcükleri kullandığı cümleleri sıralar ardı sıra. Hani, yani bu yazıyı yazmayacak olsanız, çok da önemsemezsiniz bu değişimi, bırakmak istersiniz kendinizi bu olmadık saçmalıktaki filmin naif sevimliliğine.

Aşırı derecede hassas olduğum, film adlarının en olmadık ve en berbat gişe kaygılı çevirilerine yönelik bir yazı hazırlamakta olduğum zamanda, Türkçe'ye çok başarılı bir şekilde "Ekspres Kasa" olarak çevrilen film, amerikan kültüründe ise net bir anlam ifade eden "10 Items or Less" adıyla sunulmuştur. Bu deyim, filmin tam da burasında –daha önce de üstü kapalı olarak muzipçe kullanıldıktan sonra– iğrenilen 10 "şeyin" sorgulanmasına dönüşür. Scarlet, kısa süreli bir tereddütten sonra ayakları ile başlayan listeyi döker ağzından. Amerikalıların ülkelerindeki ırkçılık ve suç oranının sıfırmışçasına tenha bir tepede, çimenler üzerine oturmuş, en berbat hayvansal proteinli sandviçlerini yiyen nefis bir hatunla zenci bir adamın sağ salim kalarak sürdürebilecekleri sohbetin ütopyasına gönderme yapan bu sahne ve filmin başından beri seyirciye verilen ipuçlarıyla algılanan Scarlet karakterinin, kendi ağzından söylenen sözcükleriyle yüzleştiririlir. Böylesi riskli bir anlatımı, filminin dramaturjisi içerisinde başarıyla kullanan ve seyircisini –sözcüğün tam anlamıyla– sınava çeken Silberling'in sekiz yıl önce nasıl olup da Melekler Şehri gibi klişelerden bir türlü kurtulamayan ve de üstelik Wim Wanders'ın ki gibi bir dehanın zaten başarıyla üstesinden geldiği bir filmin, seyircisinin gözünü oyduğu en berbat klişelerle yeniden çekimine kalkışmasını anlamaya çalışmak boşunadır. Ama heyhat, bu deli gönül gerçekten bu sorunun cevabını bulmak değilse de bilmek ister!

Scarlet, kendisine hoşuna giden 10 "items" sorulduğunda ise arabası ile başlayan, evinin arkasındaki ağaç ve rüzgar ile devam eden listesini söylerken oluşturduğu candan oyunculuğunu, hareketli kamerasıyla takip eden Silberling, asla ve asla bir kez daha Melekler Şehri gibi bir film çekmeyeceğinin sözünün veriri gibidir seyircisine.

Proteinini alan Scarlet, tavan yapan morali ve özgüveniyle direksiyona geçer ve mülakatın olacağı yere doğru yol alırlar. Seyirci hala tatlı bakışlar ve gülümseyen dudaklarıyla sessizlik içinde filmi izlemeye devam etmekte, dahası daha fazlasının olmasını istemektedir. Komikliğin en kiç noktalarının zorlandığı ve bir amerikalı elinde nasıl olup da bu tarz bir basitlik içerisinde mükemmel bir mizaha dönüştürüldüğü avrasyalı bir Türk tarafından anlaşılması uç noktada zor olan bir sonraki sahnede, Him, Scarlet'in mülakatını bitirmesini bekler. Gitti giden, yeri doldurulması zor mizah dünyamızın son kalanlarından ancak Müjdat Gezen gibi ustaların tasarlayabileceği denli basit, basit olduğunca etkin bir Bekçi Murtaza tadındaki ofis elemanının karşısında oturan Him, bu, yüzyıllık mizahın göstergelerle oluşturduğu mükemmel algılamayı –ne yazık ki– sözlerle de dile getirir: " her 2,5 saniyede bir dosyayı okuduğunun farkında mısın?". Şimdiye dek yazımdan dolayı filmi izleme aşamasına gelmediyseniz bile ofis elemanının yanıtını buraya yazdığımda filmin senaryo içeriğindeki dramatik yapısının keskinliğini anlamaya yetecek bir lafla karşılaşıp kararınızı vermeniz mümkündür: seni izlediğimde kadın olmak istemiştim! der ofis elemanı belli belirsiz bir feminen ifade ile. Him'in yanıtı ise absürdlüğün dikalasıdır ve sahnede en ufak bir gerekliliği olmamasına karşın filmin bütünü içerisinde seyirciye doğrudan muzip bir mesaj taşır: insanlar üzerindeki etkim fazladır! Ve film hala başladığı andan itibaren kesintisiz bir zaman akışıyla devam etmektedir.

Film, bu noktalarda Brechtvari inceliklerle dolu yapısını, en naif göndermeler, sevimli içtenliklerle sürdürürken, sinemada gerçekliğin en olmazsa olmaz parametre olarak savunan zavallı sanatsıcıl kitlenin gözü önünde en onulmaz saçmalığı ve olmazlığı ile bir sinema filmi olarak duruşa geçer, kendinden emin, sağlam duruşu ile. Ama tabi hala beyinleri kemiren bir sorgulama, bedenin kimyasal sürecinde kıvrım kıvrım kıvranmaktadır: bu adam nasıl olur da Melekler Şehri gibi bir sinematografik fecaatin altına imzasını atmıştır!

Binadan –Him'in kendisi için önden açtığı kapıdan– kesinlikle kendinden emin sağlam adımlar ve rüzgarda uçuşan saçlarıyla çıkan, çıkmakla da kalmayıp, geniş açı objektifin kadrajını zorlayarak yürümeye devam eden Scarlet, arabanın sürücü koltuğuna oturduğunda, filmde ilk kez dikkatleri Freeman'ın oyunculuğundan kendi üzerine çeker. Soluklar tutulur, merakla diyeceği beklenir. Buna Vega'nın oyunculuğu mu neden olmuştur yoksa Silberling'in sinematografisi mi bilemem. Bilirim de burada yazmak istemem, zaten aşağıdaki sözleri söyleyen Scarlet, filmin o anında oluşanı açıklamak istemektedir kesin bir dille.

"Hiçbirşey bilmiyorum, işe alınıp alınmadığım hakkında fikrim yok; ama başardım!"

 Kesintisiz bir zaman akışıyla devam eden filmde, gün, akşama dönmek durumundadır ama seyirci tarafından algılanan süreçte, en fazla 3 saat falan geçmiş olmalıdır. Bu noktada "Başka Hatunlarla Sohbetler" filmiyle eşleşen Ekspres Kasa, o filmin aksine filmdeki kişi ve konuyla özdeşleşen seyircisini koluna takıp, kamera nerede duruyorsa seyircisini de oraya dikip her şeyin dışında kaldığı denli içine çekerek sona doğru ilerler.

Geniş açı objektif, kamerayı zaptetmiş çekmeye devam etmekte, asla kimseye yol sormayan Scarlet, yolda sora sora Him'i evine götürmeye çalışmakta, bir çocuk, bisikletiyle bir benzin istasyonuna girmekte, devasa metal kolonlarında Amerikan bayrağı çizilmiş bir rafinerinin yanından geçilmekte, dondurulmuş sıvı gıdalar karşılıklı gülümseyişlerle içilirken, geniş alt geçitlerden, devasa çevreyollarından, ışıklandırılmış otoyollardan geçilmektedir; sonunda, son derece net ve sevimli bir çekim açısıyla "biryerlere gelindiğine" dair bir görüntüyle gerçekten biryerlere gelinir. Him'in konutuna yaklaşılmıştır. Scarlet, tahmini 5 saatlik süreçte, kendisini, kendisine, kendi mekanında anlatan adamı, onun konutuna yani onun mekanına getirmiştir…

Film, sanki saatlerdir yanlarındaymışızcasına tanık olduğumuz bir tanışmayı, akşam saatlerinde sona erdirirken, karşı cinsten iki insanın tanışma süreçlerinde ve ardından gelen yakınlaşmalarda kur yapma, tavlama, yatmak isteme gibi, beyinlerimize yapay olarak kazınmış bir çok klişenin temellerinden sallandıran, dahası çökertip yerle bir eden sunumuyla seyircisinin algılama sürecinde de kesin ve net bir sorgulama oluşturur. Filmin satıraralarından çıkan bu durumu yaratabilen bir yönetmenin neden ama daha daha da önemlisi nasıl olup da Melekler Şehri gibi bir ucuzluğu gerçekleştirmiş olduğu sorusu zihninizde asılı kalır.