Columbia Pictures'ın giriş tanıtımındaki meşalenin ışıldamasıyla parlayan perde, aynı ışıldamanın suya giren güneş ışığı şekline dönüşmesiyle bir sualtı görüntüsüne geçer ki sinema tasarlamanın film başlarken bile detaylarda gizli olduğunun en güzel örneklerinden biridir ve sevdiğim yönetmenleri, dolayısı ile şu anda filmini bir başkasıyla eşleştireceğim Tim Burton'ı neden sevdiğim konusundaki şüphelerimi bir bir yok eder. Meşaleden sualtına geçen kadraja kocaman bir balık girer ve "A Tim Burton Film" yazısı tam koca popolu balığın üzerinde belirdikten hemen sonra "Bazı balıklar hiç yakalanamaz…" şeklinde konu anlatımı başladığında, "daha jenerikteyiz, koş hanım çayı koy, dur bir tuvalete gideyim film başlamadan,…" yapısındaki sinema seyircisini en dumur noktasında koltuğuna çivileyiverir.
Anlatılan bir öykü değil tam anlamıyla bir efsanedir. Hem de öyle bir efsane ki abartı dozu biz Türklere has olduğunu sandığımız düzeyin de üzerine çıkar daha filmin başlangıcında. Açılış sahnesinde, baba Bloom ile tanışırız, hem de can sıkıcı bir olay aracılığıyla; oğlunun düğününde sahneye çıkıp, kocaman bir balığın öyküsünü, herkesi esir alıp anlatmaktadır baba Bloom, sonunda bu süregiden balık öyküsüne dayanamayan oğul Bloom, damat yerinden kalkıp dışarı fırlar ve bu olayın sonu, babasıyla iskelede gerçekleşen bir tartışma sonucunda 3 yıl sürecek bir küskünlükle biter. Filmin devamında bolca işlenecek konu bu sahneden ipucuyla verilir: asıl sorun baba Bloom'un anlattığı olağanüstü öykülerle toplumda ilgi odağı olması ve sürekli ön plana çıkması durumudur ki bu durum oğlu için de son derece rahatsız edicidir. Bu arada düğün sahnesinde, Jessica Lange'in, herkesi esir alan kocasına "ben bu sevimli adama aşığım" bakışı o denli mükemmeldir ki, seyrettiğim filmlerden aklımda kalmış en iyi 100 plan içerisine girer.
Baba-oğul arasındaki küskünlük oğul Bloom'un başka bir şehre taşınması ile noktalanır. Ancak hemen ardından, oğul Bloom'un kendi yaşam savaşını anlatırken, kafasındaki anılarla babasını anlatışına dönüşümü hoştur ve seyirciyi gülümsetir. Filmin geneline hakim olan baba Bloom'un yaşamını anlatırken kullandığı dil ve süsleme öğelerine karşılık, filmdeki diğer karakterlerin anlatım biçimleri hep yalınkat ve tatsızdır. Ne kadar inanmasak da ve yine atmaya başladığını düşünsek de her konuşmasında, diğerlerinden değil tuhaf bir şekilde Baba Bloom'un anlattıklarından keyif alırız film boyunca.
Seyirci, gülümsemesini daha yüzünden silmemişken Ewan McGregor en sevimli haliyle koca bir gölün ortasında dili dudaklarından fırlamış halde balık tutmaya çalışırken görünür. Bu arada kendisine kocaman bir balık yanaşır ki bunu kaçıracağını düşünen seyirciye inat Ewan McGregor balığı kucaklar, sudan çıkarır ve "yüzüğümü geri ver" diye bağırır. Bir sonraki plan balığın adamın eline tükürdüğü yüzüğü gösterdiğinde, artık filmin inandırma sınırını aştığını ama yine de bir Tim Burton filmi oluşu hoşgörüsü ile devam etmek isteriz seyretmeye. Üstelik bu denli saçma bir olaylar bütününü de neden doğal karşıladığımızın üzerinde durmayız pek. Ama bir sonraki sahnede oğul Bloom'un doğuşu sırasında annesinin içinden fırlayarak koca bir hastane koridorunda kaymasını ve sonunda bir hemşire tarafından yakalanmasını seyredince, biraz olsun canımız sıkılmaz da değil. Tim Burton da bu kadar ucuzlamasaydı yani deriz bu sahneyle, ne yaptığını bilen, her karesini titizlikle tasarlamış bir yönetmeni sevdiğimiz halde titizliğinden şüphe duyduğumuz, ukala seyirci tavrımızla.
Bu ve benzeri birçok naif sahne, filmin ikinci yarısında birer birer açılır ancak final sahnesi filmdeki bütün gerçek-yalan düğümlerini çözer. Bu filmin, bu yazı dizisinde, Kızarmış Yeşil Domatesler'le eşleştirilmesindeki ana unsur da budur. Ne kadar uzatacağımı bilemiyorum ama bu yazıyı okuyan kişileri sıkmayacak kadar ana hatlarıyla anlatabilirsem gerçekten hoş bir sevimlilik oluşuyor bu eşleştirme kafalarımızda gerçekleştiğinde.
Baba Bloom, çocukken arkadaşlarıyla kasabanın cadısını görmeye giderler. Nedeni oldukça tuhaftır: Cadının korsan bandıyla kapadığı kör gözüne bakıldığında insanlar nasıl öleceklerini görüyordur. Diğer çocuklar nasıl öleceklerini görüp de dehşetten yerlerinde duramayıp kaçarlarken Baba Bloom'un söyledikleri, karakterini daha baştan belirlemeye başlar kafamızda: Aslında nasıl öleceğimi bilmek güzel! Onun dışında başıma ne gelirse gelsin ölmeyeceğimi bileceğim. Bunu istiyorum! Ve bakar gözün içine gördüğünden tatmin olmuş bir şekilde "Demek böyle öleceğim!" der sakince ve gider.
Cadının evine ilerleyen Bloom'un önünden viyyyk diye geçen kedi: bilinçli kiç! Bu sahneyi, bu haliyle bir korku filminde görseniz çok ucuz olduğunu düşünürsünüz. Bir Burton filminde bu motif, hafif naif bir kiç objeye dönüşüp seyirci ile bağlantı sağlayan ve onu Burton'a gülümseten bir minicikliğe dönüşebilir her zaman. Filmin devamında cadı olarak anlatılan kadının bir kedi sever oluşunu gördüğünüzde ise cadılığın en önemli göstergesi kedi fenomeniyle, cadı rolü biçilmiş kadının gündelik yaşamındaki kedi sevgisi, nefis bir sinemasal kurguyla filmin değişik sahnelerinde yinelenen motifler şeklinde birbirine bağlanmıştır. Daha sonraları evin farklı zamanlarındaki görünümlerinde de yine kapı girişinde viyaklayarak atlayan kedi teması verilir, ancak her iki sahnedeki kullanımları farklıdır. Tek bir obje, yani kedi; komik, korkunç, saldırgan, naif, sevimli, vahşi, evcil gibi sahip olabileceği tüm anlamlarıyla tek bir filmde yer edinmiştir. Tim Burton hayranı olmak, gerçekten de basit ve sıradan nedenlere bağlı değildir.
Filmin bundan sonrası, yıllarca süren küslüğün, babanın ölümcül hastalığı haberiyle oğul Bloom'un eşiyle birlikte baba evine dönüşü ve baba ile oğlun yakınlaşması temelinde oğlun babasını algılama sürecine dönüşür ki tam burada Çağan Irmak'ın Babam Ve Oğlum filmiyle de bir başka noktada eşleşir. Ama tabi bu iki film için çok basit bir konu eşleştirmesidir ve bu yazı dizisine böylesi eşleştirmeler dahil edilmemiştir.
"Ne zaman öleceğimi bildiğimi söylemedim! Böyle ölmeyeceğim dedim."
Baba ile oğlun karşılaştığı sahnede, baştaki gerginlik yerini yine bir Tim Burton gülümsemesine bırakır suratlarımızda. Baba anında olağanüstü öykülerine başlar, oğul ise temkinli ve daha da önemlisi tehditkardır: artık asla ve asla babasının zırvalarını dinlemeyecek ve sürekli onu iğneleyecek şekilde karşılık verecektir. Bu sırada babanın kendi ölümünü görüşüne olan inanışı üzerine söylediği sözler ile oğlunun onu algılayışı arasındaki fark, filmin ana temasını, dramatik açıdan üzerine kurgulandığı mantığı bize bildirir: ben ne söylersem söyleyeyim, sen ancak algıladıklarınla yorumluyorsun beni! Bu laf aynı zamanda seyirciye de söylenmektedir ki, seyirci tam da konunun girişinde zavallı yaşlı bir adamın yaşamı boyunca bir hayal dünyasında yaşadığının düşüncesiyle olanları seyretmektedir.
Baba Bloom'un olağanüstü öyküleri, çocukluk ve ergenlik yaşlarından geçip daha ilerilere ulaştığında, konunun merkezinde hep kendisi, akılalmaz başarıları, hayranlık uyandiracak kişiliği ve çevreden kendisine karşı duyulan yoğun sevgi ve hayranlık vardır. Köye dadanan dev bir adamın bitki, hayvan her şeyi yemesiyle birlikte ayaklanan halka onunla konuşacağını söyleyen genç baba Bloom, olağanüstü bir seyir keyfi veren sahnede, devi büyük şehre götürmeye ikna eder ve kasabayı kurtarır.
Devamında, yolda karşılaşılan masalsı kasaba ve kötülüğün olmadığı ütopik yaşam biçimi nefis bir atmosfer ile verilir. Yalnızca iyi ve güzelin hüküm sürdüğü kasabada geçirdiği öğleden sonrada Steve Buscemi bile neredeyse oynadığı en "sevimli" karakterdedir ama yine de iğrençliğini hatırlamadan edemeyiz. Hiçbir yerde konaklamak istemediğini söyleyerek, akşam bu ütopik yerden ayrılan Bloom'u, oradan hiç kimsenin asla ayrılmadığını düşünen kasaba halkı anlayamaz. Ama o ana dek sürekli kendisiyle ilgilenen 8 yaşındaki kız çocuğu geri döneceğine dair söz istediğinde, Bloom bu sözü verir ona.
Bugüne dönüşte verilen bir akşam yemeği sahnesinde, baba Bloom hasta yatağından kalkmış ve anne, oğul ve hamile gelin ile sofradadır. Tek tek oyunculukların çok keyif verdiği bu sahnede Lange'in az ama son derece duru ve içten oyunculuğu, filmi bir tarafa bırakıp muhteşem güzelliği içinde onu seyretmenizin en güzel keyfini tattırır size.
"Din hakkında konuşmak kabalıktır, kimi inciteceğin belli olmaz!"
Anlatılan öykülerin gelini tarafından ilgi görmeye başlaması, hele de gece hasta yatağında yaptıkları sohbette, baba Bloom'un anlattıklarını gelininin keyifle dinlemesi, üstüne de aralarında oluşan yakınlaşma bir yandan oğul Bloom'un babasıyla olan liderlik çekişmesiyle gerçekleşen küslüklerine ve asla yakınlaşamayan baba-oğul motifine hoş bir karşıtlık oluştururken, film aynı zamanda bize baba Bloom'un anlattıklarının aslında o kadar dinlenmez, yani katlanılmaz şeyler olmadığı konusunda ipuçları vermeye başlar. Bu andan sonra da zaten başta yoğunlaştığımız oğul yerine baba Bloom'un öykülerine daha bir kulak vermeye başlarız ki oğlun liderlik savaşında bir kez daha yenilmesine bu sefer biz seyirciler alet oluruz. Baba Bloom, bizi de avucunun içine alır ve anlattıklarıyla Oğul Bloom'un haklı kızgınlığına arka çıkışımızı unutturur.
Baba Bloom'un eşiyle evlilik macerasını anlatışı, filmin en hoş sahnelerindendir ve anlatması da yazması da abesle iştigaldir; yalnızca seyredilmeli ve sonuna dek saniye saniye keyfine varılmalıdır. Birkaç noktayı sonradan bağlamak üzere belirtelim: dev adama sirkte bulunan iş, Bloom'un sevgili karısıyla tanışmasına paralel gelişir ki bir an gördüğü kız ile ilgili her ay bir tek bilgi almak için "3" yıl aç susuz sirkte çalışması bile hala Tim Burton seyircisine tuhaf gelmezken, onu minicik bilgi kırıntıları uğruna deli gibi çalıştıran sirk sahibinin bir kurt adam olduğunu öğrendiğimiz sahnede bile sanki aynı olayı geçen akşam arkadaşımızla yaşamış denli olağan bir sakinlikle karşılarız.
Bloom, bunca zahmetten ve büyük bir mutlulukla yediği dayaktan sonra şimdiki eşiyle evlenir ama hemen ertesinde, hastane yatağından askere alınır. Bir "3" yıl daha ayrı kalacaklardır. Bloom akla hayale gelmez görevleri üstlenip filmin kült karakterlerinden siyam ikizlerini de karısına duyduğu aşkı anlatarak ve Bob Hope'dan da ünlü sirk yöneticisi ile tanıştıracağı sözü verip koca bir Japon ordusunu yenip evine döner ki, o gelmeden aylar önce karısına öldüğü bildirilmiştir.
Oğul Bloom'un kendisiyle konuşmak istediğini söylemesi üzerine başlayan baba-oğul sohbetinde oğul ne denli babasını hiç tanıyamadığından yakınırsa, baba da o denli kendisine her şeyi anlattığını söyler,. Oğul ne denli hep kendisine yalanlardan söz ettiğini söylese de baba ısrarcıdır: Hayır asla yalan söylemedim, sana kendi öykülerini anlattım!...
- "Sahte olduğumu düşünüyorsun! "
- "Sadece görünüşte baba! Ama gördüğüm tek şey o!"
Oğlun, evin bahçesindeki bakımsız havuzu temizlerken içinde büyük balığı görür gibi olmasıyla başlayan süreç, annesinin baba Bloom'un karmakarışık çalışma odasını düzenlemesini istemesiyle iyice ilginç hale gelir. Eski dosyaları, toz içindeki belgeleri temizleme girişimleri içerisinde babasının savaşta öldüğünü belirten askeri belgeyi bulduklarında düğümler bir bir çözülmeye başlar. Baba Bloom'un söyledikleri o kadar da yalan değildir ama yine de o kadar emin olunmayacak noktalar vardır.
Ortalığı kurcalarken masanın üzerinde gördüğü el şeklindeki cihaz da babasının geçmişte anlattığı, hayatını kazanmak için giriştiği ilk iş olan el-matik satışlarını anlatışını hatırlatır Oğul Bloom,'a. Olaylar gittikçe açıklığa kavuşurken bulunan bir belge de aile adına düzenlenmiş bir vakıf belgesidir. Bu vakıf belgesinin adresine gitmeye karar veren oğul Bloom, Tim Burton'un Johnny Depp ile eş, fetiş oyuncusunun kapısını açtığı bir eve gelir: Helena Bonham Carter! Carter'i (Jenny) gördüğümüzde filmin başındaki cadının o olduğunu o an anlarız. Baba Bloom'u zamanında çok uğraştırmasından dolayı mı acaba onu Cadı'nın görüntüsünde vermiştir Burton, yoksa fetiş oyuncusu olacağı o zamandan kafasına takmış, iki rolü birden mi oynatmıştır. Tartışmaya açılacak hoş bir konudur.
Jenny'nin anlattığı olaylar, baba Bloom'un hayalinde var olduğunu düşündüğümüz birçok kişinin gerçekliğini ortaya çıkarır. Jenny'nin anlattıklarının kafamızda oluşturduğu kasaba, şehre gidiş yolunda gördüğümüz o ütopik kasabaya o denli uyar ki oğlun babasına inanmaya başlamasının en önemli parçasını oluşturur. Ancak zaten filmin başından beridir babaya inanan bizler filmde rol alan oyuncuların hangi karakterde gerçek hangisinde kişilerin hayal dünyasında canlandırdığı şekilde olduğunu kavramaya çalışırken film keskin ve güçlü dramaturjisinin yolunda ilerlemeye devam eder.
Babasının başında hastanede bekleyen Oğul Bloom, aile doktorundan kendi doğumunu sıradan bir olay olarak dinlediğinde hafif yollu bozulur. Çünkü doktorun kendi doğumunu özel bir şeymiş gibi anlatacağını beklemiştir. Doktor çıkarken doğumunun gerçekten bu denli basit ve sıradan olduğunu ve baba Bloom'un hikayesini tercih edeceğini söyler. Artık babasının hayal dünyasının zenginliğine ve renkli kişiliğine iyice yakınlaşan Oğul Bloom, o ana dek kendisini hiç tanıtmadığı sürekli yalan söylediğini düşündüğü babasını aslında kendi uzaklığıyla tanımadığını iyiden iyiye anlar.
"Nasıl öleceğini hiç anlatmadın ki baba!"
Ölüm döşeğindeki baba ve başında onu bekleyen oğul sahnesi, klişe bir duygusallıkla başlar gibi olursa da, bunun, finale gidişte Burtonvari bir ters köşe yatırma oyunu olduğu ortaya çıkar. Dingin, soğuk, depresif tonda ilerleyen sahnede baba Bloom uyanır ve oğlundan nasıl öleceğini anlatmasını ister. Oğlun verdiği karşılık bütün filmi özetler: nasıl öleceğini hiç anlatmadın ki bana!. Baba Bloom, ölümünü anlatmasını ister yeniden oğlundan. Babasının son isteğine karşılık vermeye çalışan oğul Bloom, yine de ne yapacağını bilemezken birden sözcükler dudaklarından dökülmeye başlar. Babasını arabayla nehir kıyısına kadar götürdüğünü anlatır. Yolda dev adam kendilerine yardım eder. Nehir kıyısında babasının anlattığı bütün olağandışı karakterler toplanmıştır. Hepsi mutludur, ağlayan kimse yoktur. Herkes el sallayarak baba Bloom'u uğurlarken, o oğlunun kollarında nehire doğru ilerler, nehrin içinde bekleyen eşine yüzüğünü verir. Oğlu babasını suya bıraktığında baba Bloom büyük bir balığa dönüşerek uzaklaşır. Oğul Bloom'un "İşte böyle oluyor" demesine baba Bloom "Evet tam anlamıyla böyleydi" cevabı ile karşılık verir ve bu onun son sözleri olur.
Bu sahne filmin en can alıcı noktasıdır ve kendi içinde başından beri anlatmak için kıvrandığı ama seyircisine kesinlikle net bir şekilde vermeyi reddettiği iki ana düğümün ilkini çözer: kendi ölümünü görüşü, baba Bloom'un yaşamını anlatırken söylediği belki de tek yalandır. Ancak olayların gelişi o yalanın oğlu tarafından babasına uygun bir şekilde dillendirilmesine dönüşür ki baba ile oğul yaşamlarında ilk kez ortak paydada buluşurlar. Oğul Bloom babasını ve onun tarzını anlamıştır. Aslında burada belli belirsiz "çok geç de olsa" tavrı varsa da yine de Burton'a hakkını vermek gerek, asla ukala didaktikliğe düşmemiştir.
Cenaze töreni ile devam eden ikincil final sahnesinde Jessica Lange'in arabadan inişi unutulmaz 100 plan listesinde kalan güzelliklerden bir diğeridir. Tören alanına giren oğul Bloom ve eşi törene gelen kişileri gördükçe şaşkınlıkları artar. İlk kez gördükleri onca insan, tek tek baba Bloom'un anlattıklarına uyan kişiler olarak karşılarına çıkmaktadır. Aslında baba Bloom'un anlattıklarında yalan hiçbir şey yoktur, yalnızca yaşadıklarını ve yaşantısında karşılaştığı insanları biraz "süslemiştir".
Defin sonrası tören alanında birbirine baba Bloom'u anlatan kişiler son derece keyifli görünmekte ve yer yer kahkahalar atılmaktadır. Oğul Bloom hayal ettiği daha doğrusu tümüyle kafasından uydurduğu uğurlama hikayesine denk düşen bir olaya tanık olduğunda babasını daha da iyi anlar. O da işte bu denli gerçek "süslenmiş" olaylar anlatmıştır hayatı boyunca.
Ardışık, son final sahnesinde ise yıllar geçmiş ve baba Bloom efsanesi torununda hala devam etmektedir…
…ve o baba Bloom'un yakalayamadığı büyük balık, ölümüyle birlikte oğlunun elinden de öylesine kayıp gider. Yaşamı boyunca yanıbaşında olduğu halde asla yakalanamamış olağanüstü bir olgu ile simgeleşen "büyük balık", nasıl anlatılırsa anlatılsın görülemeyen, anlaşılamayan gerçeklerimizle birebir örtüşüp bizi oturduğumuz yerde yapayalnız bırakır…