Konuda geçen süre ile oynamak, zamanda yolculuk yapmak, diğer dramatik yapıya sahip sanatlarda olduğundan daha farklı kullanılabilen bir öğe durumundadır sinemada. Edebiyatta yazı ile belirtilerek yapılan zaman atlamaları, yani geriye dönüş ya da ileri bir zamana gidiş durumu net olarak belirtilir. Sahne sanatlarındaki görsel anlatımda ise –farklı şekillerde kullanılması pek ala da mümkünken– genel olarak uzun sıçrayışlar kullanılır. Yani çocukluğa dönüş ya da çok ilerideki zamanlara geçiş gibi. Mutlaka denenmiştir ve örnekleri de vardır ama tiyatro ya da diğer sahne sanatlarında, oyuncunun kostüm değiştirmesi, saç ve makyaj değişikliği gibi zaman gerektiren durumların kısıtlamasına da bağlı olarak sahneler arasında kısa zaman geçişlerinin kullanıldığı örnekler pek gelmiyor aklıma.
Oysa sinemada, zaman atlama kullanımı, birkaç dakikalık süreden başlayıp, günlere, yıllara hatta çağlara dek gidebilen çok geniş yelpazeye sahiptir. Bu, sinemada görüntülerin önceden tasarlanıp, çekilip sonra bir arada kurgulanmasındaki temel yapısının getirdiği bir yöntem açılımıdır. Aslına bakarsanız da bu kolaylık sinemada sanki özellikle kullanılması gereken ve öne çıkan bir özellikmiş gibi algılanır.
Bu algılamanın karşıtı olarak sanırım, bazı yönetmenler de hep yapılanın tersine neredeyse eş zamanlı bir konu gelişimini filme aktarmak gibi bir sanatsal tasarım isteğiyle film yapmaya yeltenmiş görünüyorlar. Yazı dizisinin bu bölümünde anlatılacak iki film de bu şekilde tasarlanıp gerçekleştirilmiş. İlk filmin adı zaten yazının başlığında geçmektedir. Diğeri ise Brad Silberling imzalı 10 Items or Less (Ekspres Kasa) filmidir.
Her iki film de günün belli bir saatinde başlayıp, doğrusal kurgusu ile gelişip üç-beş saat sonrasında bitmektedir. Bu seçim, kesinlikle konunun gerektirdiği ya da görsel anlatımın olmazsa olmazı değildir. Yani bilinen ve ezici çoğunlukla kullanılan zaman atlamalı şekilde de rahatlıkla anlatılabilecek konulara sahip bu filmler, yalnızca filmin bir günlük ya da birkaç saatlik zaman diliminde çekilmesi şeklinde tasarlanmış olmasıyla gerçekleştirilmiştir. Bu başlık altında eşleştirilmesinin nedeni de budur.
Canosa, filmin ana karakterlerinin görüntülerini kısacık planlarla, hani biraz tuhaf bir şekilde, sanki kamera arkasını da veriyormuşçasına gösteren, yazıların yanında küçük kareler içerisinde tasarlanmış haliyle ve sevimli mi sevimli bir Fransızca müzik eşliğinde filmin girişini yapmaktayken, size daha buralarda keyifli bir film sunacağını hissettirir. Film, ağır, bunaltıcı, zor, derin vb. herhangi bir yapı içermeyecek ve sizi finale dek eğlendirecektir. Tamam kasıklarınızı tutarak kahkahalara boğulacağınız bir yapının belirtisi yoktur ama sevimli, ince mizah yönü ağır, hoş bir film izleyeceğiniz kesinlikle belli edilir.
Filmi tasarlamanın yanı sıra, filme giriş için çok önemli bir etken olan jeneriğin tasarlanması da ciddi bir iştir. Tabi sinemayı içine sindirmiş yönetmen ya da ekiplerce. Bu noktada daha da önemli olduğunu düşünebileceğiniz fragman denilen tanıtım filmi ise çok daha fazla çeşitlilik gösteren bir durumdur ve ticari kaygı içerme olasılığı yüksektir. Önceden izlediğiniz fragmandan algıladıklarınızın filmle ilgisi olmayacağı gibi, fragmanı seyrettiğinizde tahmin ettiğiniz yapıdan bambaşka bir filmle de karşılaşıp canınızın sıkılması mümkündür. En iyisi filmi seyretmeden önce –illa isteniyorsa– sinema yazarlarının yazılarını okumak, filmden sonra da fragmanını seyredip yorum yapmaktır diyerek filme geçelim.
Jenerik akıp giderken, görüntülerde konuşmalar da belirir. Bir adam ve bir kadın şık giysiler içinde bir davettedir ve ikilinin görüntülerinden geriye kalan boşluklarda isimler yazılır, emeği geçenlerin adları verilir ama bu işlem bittikten sonra da kahramanlarımız yarım karelerde dolanmaya devam eder. Perde ya da ekran, ikiye bölünmüştür ve bir tarafta adamın diğer tarafta da kadının devinimleri yer alır. Bir şekilde adamın kadını görüp ona doğru gittiğini hisseder gibi olsak da tam kendimize güvenemezken, bölünmüş ekranın diğer yarısında adam kadına içki uzatır. Kadın içmeyeceğini söylerken bölünmüş ekranda kadın kameraya doğru bakar, adamı profilden konuşurken görürüz. İki farklı açıdan çekilen planın görüntüleri yan yana veriliyor gibilerinden cin fikirli yorumlarımız, adamın tarafında dans eden çiftin kadının karesine girmemesiyle düşüşe geçer. Hangi iki açıdan çekildiğine kafa yormaya başladığımızda ise artık çok geçtir. Zavallı sinefil seyirci gurubu o andan itibaren beden hareketinde net bir donmuşluk içine girerken, sağ ya da sol fark etmez tek kaşlar kalkar ve hafiften bir hmmmmm sesi yayılır ortaya.
Bu arada kadının pek de fazlaca istekli olmayan bir nedime –ve de davetin bir düğün– olduğunu öğreniriz ama adamın ne olduğu belirsizdir. Yeni tanışan bir kadınla bir erkeğin hafif flört yollu sohbetini izleriz keyifle. Keyifle dediğim, kadın Helena Bonham (bu ortadaki isim nasıl bir şeyse!) Carter’dır. Bu, zaten keyifle izlemeye yetecek bir isim olmasına karşın erkeğin de Aaron Eckhart tarafından canlandırıldığını söyleyince durum daha da iyi anlaşılır sanıyorum.
Bu arada karelerden biri, bir takım gençlerin katıldığı bir parti sahnesine geçtiğinde, bu geçişin, önce süregiden sahnenin içinde olduğunu ve davetin bir parçası olduğunu düşünsek de sonradan farklı bir mekan olduğu anlaşılır. Ancak farklı bir zaman dilimi olup olmadığı henüz belli değilken, parti sahnesindeki genç oğlan, kesiştiği kıza içki sunar ve kız içki içmediğini söyler, tıpkı davet sahnesinin başlangıcında olanlar gibi.
Sohbet tuhaf bir şekilde düğünden, kadının düğüne nedime olarak çağrılmasından, kraliyet ailesinde herkesin birbirini düzmesinden, nedime elbisesinin içine sığma muhabbetine doğru geçerken, tuhaf olan sohbet biçimi, sanki tam oturmamış diyaloglar şeklindedir. Gerçekten de bir düğün davetinde karşılaşan iki insanın hafif yollu flörtüyle gelişen sohbet, bir yandan oyuncuların inandırıcı oyunlarıyla son derece olağan gelişirken, bir yandan da konuların tuhaflığı ve konu geçişlerinin keskinliği sinefil izleyiciyi illa ki nelerin olduğunu çözüp rahatlaması noktasında huzursuz eder durur. Bu arada çiftin birbirine yaklaşmasıyla aynı yarım karede göründükleri planlara, yan karede genç çiftin tekli görüntüleri eşlik eder. Ancak genç çiftin planlarında yalnızca görüntüler vardır, herhangi bir sinemasal anlatım ya da zavallı sinefil seyircinin merakını giderecek bilgi içermezler.
Henüz başlarda böylesi bir tuhaflık içinde ve temel olarak son derece basit ve sıradan günlük davranış biçimleriyle yaptığı girişle yaratılan bu etki, –kadrajın ikiye bölünmesinin sinematografik etkisiyle de– keskin bir başarıdır. Konu gelişmekte, ancak mekan değişmemektedir. Oyuncular da aynı kalmış, yan karakterlerden ses seda çıkmamaktadır. Bu filmin böyle sürüp gideceğinin sıkıntılı haberciliğini yapan sinefil seyirci içgüdüsü, bir yandan da konuya nasıl kendini kaptırdığının farkında tek kaşını bir türlü indiremeden filmi seyretmeyi sürdürür.
Kadının davette tanıdığı bir diğer kişinin varlığını söylemesiyle gelişen konu, henüz dramatik açılımlara doğru gitmiyor gibi görünse de senaryodaki sağlam dramaturjinin, ağlarını yavaştan ördüğü, sonradan feci şekilde anlaşılacaktır.
Birbirine iyice yaklaşan çiftin samimi pozlarında, kadının isteksiz, küçümser ama bedenen yakın-uzak duruşu ile erkeğin hayran, mutlu, umut dolu ifadesi, 4”47’ anında dondurulup duvarlara asılacak bir poster karesinde gözlerimizden yüreğimize ve sinemasal algıdaki beyin kıvrımlarımıza girer, oradan mümkün olan her yere dağılır. Tabi burada Carter’ın –sanki başka hiçbir oyunculuğunu seyretmemişiz gibi– nasıl olup da böylesine tuhaf bir oyunculukla yakaladığı kendine özgü karakter yaratışını çözmeye çalışır, beceremez, yorgun düşüp, elimiz kolumuz yana düşmüş, çaresiz izlemeye devam ederiz hayranlıkla. Yüz kasları her an değişmekte, başı-bakışları her an biryerlere yoğunlaşıp bir yerlerden başka yerlere dönmekte, gözleri, göz kapaklarını kapattığı zamanlarda bile anlamını yitirmeden bakmaya devam etmektedir. Canosa, bu sahnede Carter’ın baskın çıkacağının bilincinde ve ona en az bizim kadar güçlü bir hayranlıkla partnerinin önüne koymuştur kamerasını. Ön planda Carter’in oyununu hayranlıkla izleyen seyirci, arkada kalan Eckhart’ın hoş, sevimli hayran erkek ifadesini hayal meyal hissetmekten hoşlanır.
Bu arada sağ yarım karede de tuhaf bir görüntü kurgusuyla sinemasal açıdan başka bir durum anlatılmaktadır. Ya da en azından gösterilmektedir diyelim… İkilinin birlikte görüldüğü soldaki yarım karenin yanındaki sürekli değişen görüntülerle genç çiftin yanısıra düğünün çeşitli yerlerinden görüntüler verilir. İkilinin karesi ile diğer karede anlatılanların önemi değiştikçe sağ ve sol karelerin yeri de değişir. Aslında önemin değiştiğinin, seyirci bu sinematografik zorlama ile farkına varır. Carter ve Eckhart’ın sahnesi, öylesine baskındır ki seyircinin diğer karelerde anlatılan olaylara dikkatinin çekilmesi zorunludur. Gerçekten bu tür yer değiştirmeler, senaryo ile çekim planlarının birlikteliğinde düşünüldüğünde keskin bir sinemasal yaratıcılık fark edilir ki filmi daha da seyredilir kılar.
İkilinin havadan sudan sohbetinde, iki oyuncusunu önce faklı karelerde gösterip sonra arka arkaya getiren Canosa, kadının ciddi bir anlatım içerisine girdiği planlarda erkekten ayırır ancak yine de iki yarım kareye bölünmüş kadrajını baş karakterlerine eşit dağıtır. Kadın sol karede anlatımını sürdürürken, adam da diğer karede dinlemeye devam etmektedir. Carter’ın oyunculuğundaki ihtişam ne denli heyecan vericiyse, aynı şekilde Eckhart’ın kaç günde çekildiği belirsiz planlar boyunca aynı ifadeyi taşıması hayranlık uyandırıcıdır.
Perdenin ikiye bölünmesi, teknik anlamda kolay bir tarz olarak görülse de, sinematografik açıdan özellikle ucuz anlatım girdaplarına düşülecek çok büyük riskler içeren bir seçimdir. Bir yandan görüntüye çeşitlilik katmakla birlikte, diğer yandan, bir süre sonra ciddi bir dikkat dağınıklığı ve buna bağlı olarak sıradanlaşan bir biteviyelik hissi uyandırır seyircide.
İşte tam bu noktada Canosa, karşılıklı karelerde gösterdiği çiftini, sohbetleri koyulaştıkça aynı kareye sokup, önemli konular anlatılırken ayırmasıyla bu işin üstesinden geleceğini kanıtlamışken bir adım daha ileri gider ve film boyunca kadrajın ikiye bölünmesinin, filmin en keyifli yönünü oluşturacağını kesin bir dille anlatır seyircisine: bir anons duyulur; düğün başlayacaktır ve herkese yerlerini alması istenir. Bu anons fonda duyulurken, kadın, soldaki karede masada oturmuş halde tek başına gösterilirken, sağdaki karede yanıbaşında ayakta duran adamla birlikte verilir. Kadın bir yandan anonsun hitap ettiği ana karakterken bir yandan da adamla sohbeti sırasında anonsu duyan karakter yapısındadır. Bu bölünmüşlük son derece basit ana mükemmel bir kadraj ayarı ile verilmiştir ve perdenin iki kareye bölünmesi riskinin altından kalkılacağı, dahası bu yöntemin filmin ana sinemasal anlatım biçimini oluşturacağı kesinleşmiştir. Zavallı sinefil seyirci bir yandan ikilinin oyunculukları arasında gözünü kırpmadan ve hiçbir detayı kaçırmadan her şeyi yakalamaya yutmaya çabalarken bir yandan da bölünmüş kadrajın doyumsuz sinemasal anlatım keyfini çıkarmaya çalışır. Yazarken kolaydır belki bu ama seyrederken zordur. Ancak asıl zorluk bu anlatımın tasarlanmasıdır ki Canosa’yı, iki tanecikli filmografisinin ikinci filminde merak uyandıran yönetmen statüsüne sokar hemen kafalarımızda.
Jeneriği izlerken, filmin kamera arkası görüntüleri gibi algıladığımız kameraman çekimlerinin de düğünü çeken ve işini fazlasıyla ciddiye alan bir “yönetmen” olduğunu da anlarız bu arada. İkilinin diyaloğu ilginçleşmekte, özel yaşama ait konulara girildikçe canlandırılan karakterlerin tepkileri de farklılaşmaktadır. Zaman zaman tersleme olarak beliren tepkiler, sohbetin akışını kesmemekte ve tuhaf bir şekilde ikilinin flörtümsü muhabbeti devam etmektedir. Ancak bir şeyin eksikliği sürekli hissedilir: utangaçlık ya da çekingenlik diyebileceğimiz flört aşaması duygulanımından eser yoktur. Erkek kendinden emin ve son derece keyifli hatta mutludur. Kadının davranışlarında net bir vurgu yoktur ve tedirginlikten, burnu büyüklüğe, hafif yollu terslemekten, dingin bir boyun eğmeye dek geniş bir yelpazede gezinir. Adamın tarzı, görece kolay olsa da kadının bu karmaşık rolü için Carter’ın seçilmesi, dahası Carter’ın bu rolü kabul etmesi yönetmeni ne denli çıldırtacak bir mutluluk yaşatmıştır bilemem ama sinefil seyircinin defalarca seyretmekten asla bıkmayacağı bir keyif oluşturmuştur.
Kadın evlidir ve adam şaşırır ama adam evlenmemiştir, genç bir sevgilisi vardır ve kadın bunun üzerine alay edercesine bir kıskançlıkla gider. Konu, özel yaşamın bu noktasına kaydığında flörtümsü durum aksayacak diye düşünen seyirci, ters köşeye yatırılır ve film bir gecelik aşkın yaşandığı, aldatma-flört-belki de geri dönüşümsüz aşk muhabbetine doğru kayar.
Artık masaya oturup da karşılıklı konuşmaya kadar ilerleyen sohbetlerinde, ikili, birbirinin amorsundan yan yana karelerde gösterilir ki buradaki oyunculukların çekim açılarına tam oturan, her beden hareketi ve duygulanımda kadraja giriş-çıkışları ve kadrajda sahip oldukları leke oranını değiştirişleri inanılması zor bir işbirliğini çözmeye zorlar sizi: yönetmen ve iki oyuncunun olağanüstü işbirliği ve karşılıklı anlayışı!
Kadın gelinin nedimesidir peki, ama adam? Adamın, gelinin ağabeyi olduğu, düğün çekimlerini yapan adamın bir “mutluluklar mesajı” çekimi istemesiyle anlaşılır. İkilinin koyulaşan sohbeti, ikiye bölünmüş kadrajda devam ederken, davetlilerin geçişleriyle kararan yarım kareler, zaman zaman diğer tarafın baskın söylemlerini simgelerken ve sürekli değişen kamera açılarıyla biteviye sürüp giden sohbet bir yandan canlandırılırken, diğer yandan da ikilinin duygu ve düşüncelerindeki vurgular belirginleşir.
Bu sohbet, gittikçe ilerleyecek, kadının kaldığı otel odasına taşınıp, birlikte geçirilen birkaç saate dönüşecektir. Kadının uçağının sabaha karşı dörtte kalkıyor olmasını bilmesek film bütünüyle kendi süresi boyunca zamansal aralar verilmeden çekilen görüntülerden oluşmuş, tam zamanlı bir film bile diyebiliriz aslında. Akşam dokuz sularında başlayıp sabah 04:00 sularında biten bir film. Atlama yok, geri dönüş yok, ileri gidiş yok… yalnızca bir parmak bal çalma tadında gençlerin görüntülerinden oluşan planlarla çeşnilendirilen bir görsellik! Bu görselliği saymazsak bir balo salonu, bir-iki koridor, bir asansör ve bir otel odasında çekilen film, iki oyuncunun performansı ile 84 dakika boyunca peşinden, yerlerde sağa sola çarpa çarpa sürüklüyor sizi.
Sinemada sürpriz gelişmeler ya da sürpriz finaller her zaman heyecan uyandırır. Aslında sanatın her dalında geçerlidir bu. Eleştiri ya da döküm yazıları, hangi yapıda olursa olsun bu sürprizleri içermemelidir diye düşünüyorum. Ancak sürpriz gelişme, bu filmin ana temasını oluşturuyor. Öyle bir sürpriz gelişme ki, filmin belkemiğinin kırıldığı, seyircinin kadraj bölümü ve oyunculuk mestinin keyfini de aşarak tavan yaptırdığı bir gelişme.
Öyle bir sürpriz gelişme ki, oluşana kadar filmi algıladığınız ve yazının başından beri anlatılmakta olan şeklin baştanaşağı değişmesine yol açıyor. Dolayısı ile filmi ikinci kez izlediğinizde her şeyi detayına kadar çok iyi hatırladığınız halde görüntülerin ve oyunculukların anlamındaki ikilik daha da belli oluyor. Bir filmi ikinci kez izlemenin çok çeşitli keyfi vardır ancak bu tarz aynı film-farklı anlam keyfi, benim başıma iki kez gelmiştir. Biri bu filmdir, diğeri ise The Others (Alejandro Amenábar)! Gerçekten, The Others, ters köşeye yatırmaktan öte tepetaklak eden finalinin bilinciyle yeniden izlendiğinde en ufak bir mantık hatasına sahip olmayan, aynı olayların farklı iki bakış açısı ile yorumlanacağı ilginç filmlerden biridir. Ve aslında, bir başka noktadan bu yazı dizisinin bu filmle birleşen bir başka bölümünü oluşturur.
İkilinin otel odasındaki, küçücük mekanda çekilen ve zaman zaman tuvalete de uzayarak biteviyelik hissinin mola verildiği sahnelerindeki bölünmüş kadraj uygulamaları unutulmaz anlar sunar. Bir tarafta detay-diğer tarafta boy planlar, adama uzanan kadının, olduğu yerde bekleyen adamın kadrajına girişi, adamın, kadının bacaklarını öperken, diğer karede yalnız gösterilen kadının o hazzı hissedişiyle verilmesi ve buraya sığmayacak sayısı kaça varır bilemediğim anlatım biçimleriyle film sivrilir de sivrilir algılamalarımızda.
Başka Hatunlarla Muhabbetler, oyunculukların detaylarına mı yoğunlaşacağınızı, bölünmüş kadrajın teknik ve sanatsal anlatım özelliklerini mi takip edeceğinizi, yönetmen-oyuncu işbirliğinin doruk noktasında kaç film varsa bunların oluşturduğu listenin neresinde olduğunu kestirmeye mi çalışacağınızı ve bütün bunlar kafanızda uçuşup dururken bunca yapay görselliği kafanızda bütünüyle gerçekmişçesine derleyip toparlayan sinematografisinin detaylarını kaçırmayacağınız üzerinde sizi sürekli canlı tutan, görüp göreceğiniz en hoş, samimi ve basit ama çok daha ilerde her şeyiyle algılama noktasında son derece yorucu bir film.
Hiç yapmadım ama bu yazıda bir önerim olabilir: önce arkanıza yaslanıp ikilinin ilişkisini izleyin, ardından sürpriz gelişme ile yeniden ikilinin ilişkisini izleyin, ardından her iki bakış açısıyla ikilinin oyunculuklarını izleyin ve yeniden tadına varın, sonraki aşamada bölünmüş kadrajın ve çekim açılarının ve bunların bölünmüş kadrajda birleştirilmesinin sinematografik anlatımına yoğunlaşarak izleyin. En son da; her şeyi bir tarafa bırakıp, kanepeye yayılıp, filmi bir bütün olarak izleyin keyfinizin tavan yapışına asla engel olmadan.
Kaçıncı kez olursa olsun; sizlere iyi seyirler!