Komedyen George Bums daha yeni öldü. Tam yüz yaşındaydı. Ellilerle altmışlarda, aynı zamanda vodvillerde ve radyoda ortağı olan karısı Gracie Ailen’la birlikte televizyonda uzun süre devam eden haftalık bir dizi yaptılar...

 Komedyen George Bums daha yeni öldü. Tam yüz yaşındaydı. Ellilerle altmışlarda, aynı zamanda vodvillerde ve radyoda ortağı olan karısı Gracie Ailen’la birlikte televizyonda uzun süre devam eden haftalık bir dizi yaptılar, Bums ve Ailen Şovu diye. Şovda George Bums, çok yetenekli biri olan karısının canlandırdığı şapşal ve patavatsız kadın tipinin yanında esprili ama aksi, durmadan purosunu tüttüren bir straight man olarak görev yaptı, yani ona espri yapma imkânı verecek durumlar yaratmaktı görevi.

Her programın sonunda tam anlamıyla deli saçması bir konuşma yer alır ve işler çığırından çıkmak üzereyken George kameraya dönüp “İyi geceler de, Gracie.” derdi; Gracie de iyi geceler dilerdi tabii. Her program bu numarayla bitiyordu. Bu ikili sahneden ne zaman ineceğini bilirdi. Belki daha önemlisi, nasıl ineceğini bilirdi: Her zaman, seyirciyi biraz daha fazlasını ister durumda bırakarak. Yargıçlıktaki becerilerimi Los Angeles’ta bir televizyon şirketine taşıma fırsatı çıktığında böyle hissediyordum. Aslında yargıçlıktan o yıl ayrılma fikri yoktu kafamda, ama artık bu işi bırakmak isteyeceğim zamanın yaklaştığını biliyordum. Sistem, bürokrasi, adli yönetim konusunda yaşadığım düş kırıklıkları yıllardır biriktikçe birikmişti.

İşin günlük yoğun temposu ve duygusal yıpratıcılığı da tüketmeye başlamıştı beni. Yirmi beş yıldır iyi bir kamu görevlisi olmuştum. Yaptığım her işe dikkatimi ve enerjimi yüzde yüz on oranında vermiştim. İnsan kendini artık yorgun hissetmeye başlamışsa, ondan çok şey bekleyen, üstelik başkalarının hayatını ilgilendiren bir işte kalmamaydı. Bazı mesleklerde böyle bir tür savaş yorgunluğu başgösterir hukuk, bunlardan biridir; bir başkası da tıp. Bir noktada savaşın gürültüsü patırtısı normal gözükmeye başlar insana, işte o zaman tehlike büyük demektir. Etrafıma baktığımda bu meslekte gereğinden uzun kalmış insanlar görüyordum.

Savaşta travma geçirmiş asker eskilerine benziyorlardı; otomatik pilota takmışlardı işlerini. Doğrusu ben, açık kalp ameliyatı olacaksam bunu yetmişli ya da seksenli yaşlarında birinin değil de ellilerindeki bir cerrahın yapmasını yeğlerim. Neden mi? Elleri titreyen birinin, açık duran göğüs kafesime neşter doğrultmasını istemem de ondan. Fazlasıyla yorgun, unutkan olabilecek birini istemem. “Bu işi o kadar çok yaptım ki gözüm kapalı da yapabilirim artık.” diyen birinin ellerine bırakamam kaderimi. Ya gerçekten gözü kapalı yapmaya kalkarsa?

Ne zaman iyi geceler diyeceğini bilmeli insan.

Öte Yandan…

Daima bir yerlerde bekleyen yeni bir fırsat vardır. Bence birbirimize ve çocuklarımıza aktardığımız en yıkıcı anlayışlardan biri, herkesin yalnızca bir mesleği, bir şansı, ya değerlendirip ya kaçıracağı tek bir fırsatı olduğu düşüncesidir. Daha ergenliği geride bırakmamışken soruyoruz çocuklara: “Ne olmak istiyorsun?” Kendilerine bir ‘alan’ seçip hayat boyu ona yapışmalarını bekliyoruz. Başarı konusunda keyfî ‘finiş’ çizgileri belirliyoruz. Otuzuna gelene kadar ipi ‘göğüsleyememiş’ kişilere yazıklar olsun. Ortalama ömür beklentisi yetmiş dörde çıkmışken, bu sınırı otuzda tutmak çok aptalca.