Son günlerde ülkece en çok konuştuğumuz konu: şiddet. Sokakta, okulda, işyerinde, evde… Artık yaralanmalara şükreder hale geldik. Ölümlerinse sadece en vahşi ve en farklı olanlarını hatırlar olduk.

Son günlerde ülkece en çok konuştuğumuz konu: şiddet. Sokakta, okulda, işyerinde, evde… Artık yaralanmalara şükreder hale geldik. Ölümlerinse sadece en vahşi ve en farklı olanlarını hatırlar olduk. Diğer bütün cinayetler, ölümler sıradanlaştı sanki bizim için. Sıradanlaştı diyorum ama bu dikkate alınmıyor demek değil. Bardağın damla damla dolup taşması gibi içimizdeki öfke doldu taştı ve Özgecan Aslan’ın vahşice katledilmesiyle birlikte insanlar tepkilerini daha korkusuzca dile getirmeye başladılar. Aslında kendi adıma korkusuzca demeyi de çok doğru bulmuyorum. İnsanlar birbirlerinin korkularından cesaret alarak kendi korkularını, deneyimlerinin dile getirebildiler ve ilk defa bir kadın cinayeti üzerinde nerdeyse tüm ülke aynı kanıda buluşabildiler. Peki neden onca kadın cinayetinde değil de Özgecan Aslan cinayetinde?

Sosyolog Nükhet Sirman, Özgecan Aslan cinayetinin bu kadar ses getirmesinin nedenini açık bir dille bizlere açıklıyor aslında; “Bir başka soru: Neden Özgecan bu kadar infiale yol açtı? Niye başka kadınlar değil de Özgecan? Çünkü masumdu. Masum diye kodlandı. Halbuki bir sürü kadın masum diye kodlanmadığı için yani masum varsayılmadığı için ‘Başına geleni hak etti’ diye yazılıyor. Bu iğrenç bir şey… Bu, kadınlık erkeklik kültürel kodlarına bağlı. Suçlu olmadığı için tepkiler bu kadar büyüdü ve olay bu kadar sahiplenildi. Yani erkekler kendi ‘erkeklik’ anlayışlarını yine koruyorlar.” Benim de bu noktada üzerinde durmak istediğim konu kültürel kodlara bağlı kadınlık ve erkeklik diye tanımlanan “toplumsal cinsiyet”.

İçinde yaşadığımız toplumun daha biz anne karnındayken bizim için oluşturduğu ve içinden kolay kolay çıkamadığımız, çıkabilirsek de en iyi ihtimalle “marjinal” olarak nitelendirildiğimiz, yıkılması güç yargıların cinsiyetçi hali toplumsal cinsiyettir en temelde. Aslında her gün maruz kaldığımız, çoğu zaman farkında olmadan bizim de onayladığımız yargılardır bunlar. Kadınlığı ve erkekliği tanımlayan nesneler, söylemler, durumlar bizi olmamız istenilen bir kalıba dönüştürür. Hiçbir erkekte pembe telefon kılıfı göremezsiniz; çünkü erkekler pembe kullanmazlar. Küçük bir kız çocuğuna oyuncak mı alacaksınız? Elbette gideceğiniz bölüm uzaktan kumandalı arabaların olduğu oyuncak reyonu olmayacaktır. Kadın taksiciye mi denk geldiniz; duyacağınız söylem “Elinin hamuruyla erkek işine karışma.” olacaktır. Evli bir kadının, gece 11’de eve gelmesi genelde rastladığımız şey değildir. Hemen denilir ki: Kadın başına gecenin o vakti sokakta ne işin var? Ee tabi ki kadın bunun karşısında kocasından tepki görüyorsa haketmiştir(!). İşte bunlar ve bunlara benzer tüm yargılar toplumsal cinsiyet rollerinin kadınlık ve erkekliğe yüklediği anlamlardır.

Erkeklik toplumsal cinsiyette bir güç olarak kodlanmış ve güce karşı koymaya çalışanlar gördükleri tepkiden sorumlu gibi görülmüşlerdir. İşte bütün kadın cinayetlerinin sebebinin de en temelde buna dayanmakta olduğunu düşünüyorum. Erkeklik algısı zaman zaman erkeğin cinselliğine dayandırılmış, çoğu zaman da en son sözü söyleyecek güç olarak görülmüştür. Kadınlar üzerinden bir namus kodlaması yapılmış, bu erkeklik kavramıyla birleştirilip, namus cinayetleri, fiziksel ve sözlü tahrik kavramlarıyla meşru görülmüştür. Toplumsal cinsiyet farklılıklarının, erkeklerin kendi erkekliklerinden duyduğu güçle hareket etmesine , kadınların kadın olmalarından dolayı belki de erkeklerin gölgesinde kalmalarına ve bu durumun bir girdap gibi tüm toplumu içine sürükleyip bir şiddet yumağı oluşturduğunu söylemek mümkün. Sadece kadın cinayetlerinde değil, nefret suçlarında ve diğer bütün adli suçlarda da toplumsal cinsiyetten doğan “güç”le hareket eden insanlar görmeye çok alışkınız. Yüksek sesle müzik dinliyen komşusunu öldürenler, trafikte solladı diye cinayet işleyenler…

Kadın ya da erkek olmamız bizi birbirimizden farklı kılmaz. Aynı şeyleri düşünebilir, aynı yetkinliklere sahip olabilir,aynı okullarda eğitim görebilir, aynı ortamlarda bulunabiliriz. Cinsiyet farklılığımız herhangi bir sebeple bizi üstün ya da geride tutamaz. Eğer bütün bu toplumsal cinsiyet rollerini ortadan kaldırabilirsek “insan olma” paydasında buluşabilir, şiddetten uzak daha huzurlu bir toplumda yaşabiliriz. O zaman ne Özgecan’larımız olur ne Güldünya’larımız…