Hayatımın bir dönemi, iş beğenmemekle geçti. Finlandiya’dan yeni gelmiş bir genç adam… Makine mühendisi, yüksek lisanslı. Yurda döner dönmez, iş dünyasının önde gelenlerinden biri ile kurulan

Hayatımın bir dönemi, iş beğenmemekle geçti. Finlandiya’dan yeni gelmiş bir genç adam… Makine mühendisi, yüksek lisanslı. Yurda döner dönmez, iş dünyasının önde gelenlerinden biri ile kurulan samimiyet ve kabaran ego… “Sen ileride ya bir yönetici ya da girişimci olarak tanınacaksın Ömer” diyordu.

İnsanın kendini değerli hissetmesi güzel, kendine güvenmesi faydalı; ama bunlar kibir seviyesine çıktığında çoğu zaman bunu fark edemiyoruz ve işler ters gitmeye başlıyor.

Yaşım 28, ama kim bilir birçok insanın hayatı boyunca denemeyeceği kadar değişik sektör ve iş denedim. Enerji, inşaat, kabin memurluğu, tekstil, sosyal bilimler, sivil toplum… Konu çalışma hayatı olduğunda, “en iyisini ben yaparım, en iyisini ben hakediyorum” gibi sakat bir felsefeye sahiptim. Küçük bir memnuniyetsizlik, hemen motivasyon yerlerde, iki ay sonra da istifa ya da neyle ilgileniyorsan bırak gitsin. Ne de olsa sana iş mi yok, en güzeline layıksın!

Bir ara, güneş enerjisine heves etmiştim. Kendimi sıfırdan hazırladım, sektörden bağlantılar kurdum ve çok geçmeden tam da istediğim gibi, mütevazi fakat alanında saygın bir şirkette mühendis olarak iş buldum. Firmanın Antalya’daki projelerinde şantiye şefi oluyorum! Yaşasın dedim, titrimiz de var şimdiden. Ama önce Kayseri’ye gitmem gerekiyordu. Çünkü şirketin, inşaatı devam eden birçok santrali oradaydı ve önce orada tecrübe edinecektim. İyi dedik, biletimizi aldık ve yola koyulduk.

Kayseri’nin devasa organize sanayi bölgesinde, karlı dağların yamacında, yeni açılmış ofislerinde işe başladım. Buz gibi, sıfırın altında bir hava. Yeni açıldığı için pek bir mobilyası olmayan, geniş beyaz duvarları ve masaları ile küçük bir dükkan. Bir televizyon var, haberler açık, tek lüksümüz olan çayımızı içerken göz ucuyla bakıp vakit geçiriyoruz… Doğalgaz bile bağlanmamış ve -10 derecede ufo ile ısınmaya çalışıyoruz; üşümekten konsantre olamıyorum. Ofiste akranım bir mühendis; bölge temsilcisi bir bey; bir de patronumuzun dükkana göz kulak olan yaşlı babası vardı. Yani dört kişiyiz.

Dedim ya, mütevazi bir şirket, kaynakları kısıtlı. En yakında bir pideci var, öğlen yemeği olarak onlara domatesli kıymalı bir bulamaç yaptırılıyor, bir masa etrafında oturup, ekmeklerimizi bandırarak aynı kaptan yiyoruz. Çatal-bıçak bile yok. Bazen peynirli pide ısmarlanıyor değişiklik olsun diye. Tatlı olarak ikinci sınıf bir bisküvi çıkarıyor Hüseyin Amca.

Aslında hepsi çok iyiydi; Anadolu’nun temiz, dürüst insanları… Ama birkaç hafta sonra benim yüzüm ekşimeye başladı. Her gün Kayseri’nin farklı ilçelerindeki şantiyeler geziliyor, iş bitince dükkana dönülüyor. Organize Sanayi’nin iptidai bir bölgesindeki küçük dükkanımızda, dışarıda kar serpiştirirken ufo ile ısınmaya çalışıp, kıymalı-domatese ekmek bandırıyoruz… Çok geçmeden içimdeki kibir, sanki Yüzüklerin Efendisi’nin tek yüzüğü gibi fısıldamaya başladı: “Onca sene bunun için mi okudun, Avrupa gördün? Millet plazalarda çalışıyor, şu haline bak!”

Nerden nereye. Şimdi oradaki günler masal gibi geliyor. Kısa sürdü. Çocuk gibi istifa ettim, haber bile vermeden İstanbul’a döndüm… Bugün ise işe gitmek için metroya ve metrobüse biniyorum. Yani plaza insanı olduk. Fena bir iş değil ama, kendine göre farklı zorlukları var. Ne mi? Tabii ki de metrobüs!

Bu işe başladığımda kafamdaki tek çekince şuydu: Allah’ım, ben şimdi her gün o tıkış tıkış metrobüse binerek mi işe gideceğim?! Sabahın köründe o nasıl bir kalabalıktır!.. Bazen istesen de binemiyorsun. Bazen adımını atar atmaz, içerdekiler “Kardeşim nereye geliyorsun yer mi var?!” diye fırça atıyor. Ulan işe bak ya… Güç bela bir otobüse kapağı atabilirsen de, bir saat boyuna balık istifi, göt göte gitmek durumundasın. Herkesin suratı bir karış. Belli ki kimse kendini layık görmüyor o ortama. İşe değil de, sanki toplama kampına gidiyoruz. Ben de daha birkaç sene evveline kadar böyle otobüsleri insanlık dışı görür, burun kıvırırdım. Binmek zorunlu olduğunda da kendimi çok kötü hissederdim.

Düşünsene; konaklarda geçen zengin hayatları izliyorsun televizyonda, kendini onlar gibi hayal ediyorsun, öyle olmak istiyorsun. Mercedes’lere binip iş seyahatlerine çıkılıyor. Yakışıklı erkekler, güzel bayanlar, iş çıkışı partiler… Ama gerçek hayat çok farklı. (Sahi, ben pek dizi izlemiyorum, hiç metrobüs geçiyor mu Türk dizilerinde??) İşe gitmek için her gün tanımadığın bir herifle burun burunasın. Zaten orada kulaklık takıp müzik bile dinlesen olmaz. “Baby baby baby..” falan diyor şarkıcı romantik romantik, ama o sırada karşında içi geçmiş bir amca, kolu kafana değiyor falan… Müzik dinleyip neyin hayalini kuracaksın! En fazla İbrahim Tatlıses’ten Yallah Şofer dinlenir.

… Bu yeni işe başlamadan evvel, abimden bir mektup aldım. Bir baltaya sap olamadığımı düşünen abim haklı olarak endişeli, kardeşine bir dizi tavsiyede bulunmak istiyordu belli ki… Benden dört yaş büyük, ama çok daha olgun ve alçak gönüllü bir insan. Bir paragrafta şöyle diyordu: “Kardeşim, daha iyisini hak ettiğin ön yargısını bırak. Bu kibirden ileri gelir. Kimseyi kendinden üstün görmediğin gibi kendini de kimseden üstün görme.”

O basit öğüdü biliyordum sanki, ama hiçbir zaman içselleştiremediğimi fark ettim düşününce. Ben sıradan olmayı hiç kabul edemedim, içime sindiremedim. Ama sıradanım! Bazen en genelgeçer bir öğüt bile, manen hazır olduğunuzda, beyninizde şimşek gibi çakıp sizi bir anda dönüştürebiliyor. Abimin o sözünü her gün kendime hatırlatıyorum…

Sabahın köründe tıkış tıkış metrobüste kolu kafama deyen amcayla yüz yüze işe giderken de; domatesli kıymalı kaba dört kişi ekmek bandırırken de; müdürden fırça yerken de kendime hatırlatıyorum: “Ey insan kardeş! Hayat çok kısa ve sen sınırsız evrende zavallı bir varlıksın. Kimseden de üstün değilsin, hatırladın mı?”

Bir anda kuş gibi hafiflediğimi hissediyorum.

Sıradan olmanın dayanılmaz hafifliği.