Giderek daha bencil, daha rekabetçi ve daha acımasız bir dünyada yaşamaya başlıyoruz. Daha mutsuzuz, çünkü birçok şey istiyor; daha zor tatmin oluyoruz. Toplum olarak içinde yaşadığımız bu sistemde...

Giderek daha bencil, daha rekabetçi ve daha acımasız bir dünyada yaşamaya başlıyoruz. Daha mutsuzuz, çünkü birçok şey istiyor; daha zor tatmin oluyoruz. Toplum olarak içinde yaşadığımız bu sistemde, mutluluğun getirisi olan başka ilahlar için çalışmaya başladık: Statü ve Başarı. Metinin devamında, kapitalist sistemin getirisi olan başta bu iki kavram ile bu kavramların sonucu olarak insanın bencilleşmesini ve mutsuzlaşmasını işleyeceğim.

Modern hayatta seçenekler arttıkça tatmin düzeyimizin azalması ve mutsuzluk düzeyimizin artmasının çok önemli bir diğer nedeni de beklentilerimizin de hatırı sayılır derecede artmasıdır.

Jean Jacque Rousseau İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma adlı eserinde başarı ve beklentiler arasındaki ilişkiyi farklı bir biçimde açıklıyordu. Rousseau’ya göre zenginlik sahip olmak istediğimiz şeylere sahip olmak demekti. Paramızın yetmediği bir şeyi arzuladığımızda fakirleşiyorduk. Eğer elimizdekilerle yetinebiliyorsak, sahip olduklarımız ne kadar az olursa olsun, zengindik aslında. Rousseau’ya göre insanları zengin etmenin iki yolu vardı: Onlara daha çok para vermek ya da arzularını sınırlandırmak. Modern toplumlar, ilk bakışta ilk seçeneği gerçekleştirmiş gibi görünmüşlerdi, ancak bireylerin iştahını sürekli tetikleyerek, başarılarını yetersiz kılmışlardı. Modern dünyada, geçmişe göre gelirimiz daha fazlaymış gibi görünebilir, ancak modernitenin getirdiği zenginlik yalnızca görüntüdedir. Aslında artık daha fakiriz, çünkü beklentilerimiz fena halde tetiklenmiş, paramızın yettiğiyle elde edebileceklerimiz arasında derin bir uçurum oluşmuştur. Olduğumuzla, aslında olabileceğimiz kişi arasında dağlar kadar fark vardır artık. Modern toplumlar, yabanıl bir insana göre çok daha güçlü bir mahrumiyet hissiyle baş başa bırakır bizi.

Modern hayat, insanların kendilerini iyi hissetmelerinin ancak yüksek statü ve başarı yoluyla olabileceğini haykırıyor.

Size gerçek yaşamdan bir örnek olan Fransız Telekom İntiharları’ndan bahsetmek istiyorum. Fransa’nın sayılı büyük şirketlerinden biri olan Fransız Telekom, 1996 yılında özelleştirilmeye başlanmış. Yönetim yapısı da özelleştirmeyle birlikte değişen şirketin, piyasa koşullarına uyum sağlayabilmek ve rekabeti göğüsleyebilmek için, 2000li yıllardan itibaren kasıtlı stres politikası olarak tanımlanabilecek bir uygulamaya girişmiş. Örneğin "esneklik" adı altında herkesin üç yılda bir, bir bölgeden bir bölgeye gitmesi kuralı getirilmiş. Bölgesel hareketliliğin yanında, mesleki hareketlilik de önem kazanmış. Yıllarca belli işlerde uzmanlaşmış kişilerden, aynı şirket içinde hiç bilmedikleri bambaşka işleri yapmaları beklenmeye başlanmış. Bir yandan işten çıkarmalar sürerken, bir yandan da mesleki ve coğrafi hareketlilik olanca hızıyla devam etmiş. Kar odaklı ve rekabete dayalı bu politikalar, son iki yılda Fransız Telekom şirketinde çalışan 25 kişinin intihar ederek ölmeleriyle sonuçlanmış. Bunun dışında 13 kişinin de ölümle sonuçlanmayan intihar girişimleri söz konusu. İntihar eden kişilerin yakınlarıyla yapılan görüşmelerinden ve bırakılan intihar mektuplarından, bu durumun baş sorumlusunun kar odaklı şirket politikası olduğu anlaşılıyor. Şubat 2010 itibariyle Fransız Telekom şirketinde ölümle sonuçlanan intiharların sayısı 32ye ulaşmıştır.

Uzmanlara göre, ağır depresyonun yol açtığı intihar davranışının en önemli nedeni çaresizlik ve umutsuzluk duygusudur. Kapitalizm, bugün geldiği noktada başarıya taparak, rekabeti kızıştırarak, had safhada bencilliği olumlayarak, hız ve belirsizliği baş tacı ederek kaygılı, güvensiz, huzursuz ve öfkeli insanlar yaratıyor. Bu özelliklerle donatılmış insanlar da depresyona ve her türlü ruhsal rahatsızlığa daha yatkın hale geliyorlar. İş hayatları, tüm hayatlarının çok büyük bir bölümünü teşkil eden insanlar, kar elde etmekten başka bir şey düşünmeyen ve insanı hiçe sayan şirket politikaları nedeniyle kendilerini çaresiz hissediyorlar, umutlarını tüketiyorlar.

Fransız telekom özelinde, sendikalar, yönetimin uluslararası rekabet koşullarını şirket içinde yaratma, verimliliği sürekli artan hızda hareketlilikle sağlama stratejisinin, işyerinde kasıtlı bir stres yaratma politikası olduğunu söylüyorlar. Tüm bu olanlar, yeni kapitalizmin rekabet, hareketlilik ve verimliliğinin mutlak biçimde sayısallaştırılmasının, internet sayesinde özellikle ara kademe yöneticilerinin 24 saatlerini şirkete hasreder duruma getirilmelerinin iç karartıcı sonuçlarını gösteriyor.

Fransız Telekom’da olanlar, bu sunumda anlattıklarımı doğrulaması açısından, oldukça çarpıcı bir örnek. Fakat tek örnek değil. Günümüzde kapitalizmin insafsız çarklarına teslim olmuş pek çok işyerinde benzer politikalar uygulanıyor. İnsanı yalnızca bir işgücü olarak gören, onu ürettiği ölçüde değerli sayan kapitalizmin mantığı, insandaki bu yıkımın baş sorumlusudur. 32 intiharın "normal bir istatistik" olduğunu söyleyen yetkili, sanki bu kadar çok makine içinde birkaç tanesinin defolu çıkmasının beklenen bir durum olduğunu söyler gibi. Belki de tam da bunu söylüyor. İnsanla makineyi bir tutan zihniyet insanları hasta ederken, insanlığı da bitiriyor.

Son olarak size hepimizin bildiği bir hikâye olan Ağustos Böceği ile Karınca’nın hikâyesinden bahsetmek istiyorum. Çocukluğumuzdan beri dinlediğimiz, okuduğumuz bu hikâyeden çıkarmamız istenen temel ders karınca gibi çalışkan ve tedbirli olup zor zamanlar için gerekli maddi birikimi sağlamamızın erdemli bir davranış olacağı, ağustos böceği gibi tembellik edip keyif yapanınsa gün gelip zor durumda kalacağı ve bu durumda ona yardım elinin uzatılmamasının da gayet doğal olduğudur. Oysa bu hikâyeyi tamamen başka türlü okumak da mümkün. Hatta bu hikayeyi hiçbir yorum yapmadan, tarafsız bir şekilde bir çocuğa okuduğumuzda muhtemelen karıncayı merhametsiz ve antipatik bulacak, ağustos böceğine yardım etmediği için ona kızacaktır. Ağustos böceğini ise hayatın akışı içinde neşelenebilen, saz çalıp şarkı söyleyerek eğlenebilen birisi olduğu için sevecek, hatta ona kendisi yardım etmek isteyecektir. Bu hikâye evlerde, anaokullarında, ilkokullarda yüzlerce kez okunmasına rağmen, yetişkinler asla karıncanın bencilliğinden, merhametsizliğinden ve ağustos böceğinin yaşama sevincinden dem vurmazlar.

Şimdi yeniden düşünüldüğünde, karıncanın kapitalist sistemin isteklerine uygun, kazanç sağlama peşinde koşan, bu nedenle de çok çalışan ama empati, merhamet ve dostluk duygularından yoksun bencil bireyi ifade ettiği anlaşılabilir. Neşeli, şen, hayattan keyif almayı bilen ama tembel ve tedbirsiz ağustos böceği ise kapitalist sistemin kesinlikle onaylamadığı birey tarzıdır. Oysa sağlıklı birey yeteri kadar çalışan, çalışmanın dışında da kendine zaman ayırabilen ve hayattan keyif alabilen kişidir. Bu çok bilindik hikâyenin sonunda ağustos böceği, karıncadan yardım istemeye geldiğinde, karınca onu içeri davet etse, o akşamki yemeklerini birlikte yeseler, yemekten sonra ağustos böceği çalıp söyleyip karıncayı da neşelendirse, sonra da dostça sohbet ederlerken ağustos böceği bundan sonra daha tedbirli davranması gerektiğini anladığını, karınca ise arada sırada çalıp söylemenin de insana çok iyi geldiğini anladığını söylese ve böylece aralarında bir dostluk kurulsa, çocuklara daha iyi bir mesaj verilmiş olmaz mıydı?