Bir insan, genç. Her zamanki gibi sıradan bir hafta. Alarmını kurup pazartesi sendromuyla ofise gider. Her sabah aynı saatte kalkar, aynı saatte evden çıkar, aynı saatte eve döner. Hem giderken hem de dönerken kullandığı yol aynıdır.Yön belirten tabelalara bile bakmaz, kullandığı yolu bile ezberlemiştir farkında olmadan. Gözü kapalı bile olsa, ayakları onu götürecektir aynı güzergâhtan. Farklı insanlar gelir geçer hayatından, ama hepsi aynıdır. Birer insan, birer iskelet, birer ağız, birer burun, kaşlar ve gözlerden ibaretlerdir… Hepsi nefes alan canlılardır işte.Tek farkları, kadın ya da erkek olmalarıdır.
Bir şeyler ters mi? Ya da eksik… Bunun bile farkına varmaz. Yaşar işte ona biçilen hayatı. Giyineceği kıyafeti, güleceği zamanı, yapacağı mesleği, hatta evleneceği kişiyi bile kendisine biçilen normlara göre seçer. Üretir ama ürettiğini sorgulamaz. Çalışır ancak beraber çalıştığı insanlar hakkında yorum yapamaz. Etrafta bir şeyler olup bitse de susar, karışmaz. Ondan yaşanması beklenen hayatta bunlar tanımlandı çünkü. Ezberedir artık yaşadığı herşey. Daha da fenası sadece ezbere yaşayan tek kişi o değil. Yolda yanından gelip geçen her bir insanın kendine özgü bir hikâyesi var elbet. Ama bütün hikâyeler gittikçe birbirine benzer kendi sonlarına yaklaşıkça. Kendi hikâyesini yaratmak isteyen insanlar da olur, olur ama…
Bütün bunların farkına varabilmek bile bir şanstı aslında. Cevaplarını bulamasa da sorgulamaya başlamak, kendi hikâyesini yaratmasının ilk adımıydı. Yapmak istedikleriyle yaptıklarının ne kadar farklı olduğunu görmeye başlamıştı. O da herkes gibi aynılaştırılmaya başlanmıştı daha yolun başındayken. Amacı günün sonunda para kazanmış olmaya doğru evriliyordu. Hırsını bile ona biçilen hayatın içinde farkında olmadığı bir şeyler yönetiyordu. Bir şeyler kazanmak için, başka bir şeyleri feda etmesi gereken bir düzendi bu düzen. Belki adaletini, belki vicdanını, belki de hayattaki çizgisini. O şimdiden hayallerini feda etmeye başlamıştı bile. Birkaç yıl sonra günün sonunda cüzdanı daha ağır olacaktı belki ama bunun için feda etmesi gereken şeylere değecek miydi? O cüzdanındaki ağırlık fazlalaştıkça hayallerinden gittikçe uzaklaşacaktı. Muhtemelen etrafındaki insanlar bile azalacaktı. Bir süre sonra tek bildiği, günün sonundaki kazancı ve bir sonraki günün kazancına ulaşana kadarki yapacakları olacaktı. Hayatı sonlanana kadar içinde barınacağı bir girdaptı bu. Girdap gittikçe büyüyecek, o gittikçe küçülecekti. Ezbere yaşaya yaşaya, kendine bile yabancılaşacaktı… Kendi hikâyesini yaratmak için sorması gereken soruyu biliyordu artık. “O kimdi?”, dahası “Kim olmak istiyordu?”
O, çoğumuzun durmakta olduğu noktadaki kişinin yansımasıydı. Modern zamanda kişinin kendisine yabancılaşması da buydu belki. O’nun bahsettiği girdaba girmeden önce dinlemeliydik kendimizi. Hayattaki renkleri kendi dünyamıza taşımak mı istiyorduk, yoksa silik bir renge sahip olup birbirimizle karışıp gitmeyi mi? Kendi hikâyemizin sahibi mi olacaktık, yoksa aynı hikâyelerin farklı sahipleri mi?