YAŞAYAN ÖLÜLERİN BİŞEYSİ!
Sanıyorum hiç bir mecra kalmadı ki, zombi salgınından nasibini almamış olsun! Lakin ve lakin ve de lakin, bütün bu saldırıya rağmen, yapımcılar, zombi konseptinin altından girip üstünden çıkarak, hızlıca tüketilebilir mahsüller üretmenin bir yolunu bulmakta, türün sürekli nefesini açmakta gecikmiyorlar. Ayrıca, son yıllarda zombi konseptine bu kadar yüklenilmiş olmasına rağmen, hali hazırda vampirler kadar hızlı bir biçimde deforme edilmedikleri ve kısır döngüye girmedikleri de ortada! Bunun belki de en önemli sebeplerinden biri de, neredeyse her zombi salgınının beraberinde ‘post apokaliptik’ bir hikayeye gebe olması muhtemelen. Dolayısıyla, zombilerle, post apokaliptik dünya el ele kol kola yürüdüğü müddetçe, her iki türün de meraklılarının kayıtsız kalamayacağı işler çıkıyor ortaya.
Tıpkı zombi konsepti gibi, post apokaliptik hikayeler de kolay kolay yıpranmıyor. En basit ve inceliksiz kıyamet sonrası senaryosu bile, izleyiciden – oyunseverlerden bir şekilde karşılık buluyor. Fakat bu iki etkilenim noktasının alıcısı bariz bir biçimde ortadayken, neredeyse hiç bir yapımcının, bu iki konsepti evlendiren adam akıllı bir ‘açık dünya’ oyuna soyunmamış olması oldukça garip! Eğer ki Last Of Us, kelimenin tam anlamıyla açık dünya bir oyun olsaydı, bu alanda kolay kolay alaşağı edilemeyecek liderliğini de taçlandırmış olacaktı. Ama gariptir, majör yapımcıların kirveliğine soyunamadığı bu düğünün kamberliğini Undead Labs adındaki taze ve yaratıcı bir ekip yapmaya cüret etti. Böylece oyun tarihinin ilk ‘detaylı açık dünya post apokaliptik – zombi salgını oyunu’ da video oyun litaretüründeki yerini almış oldu.
State Of Decay’ı ilk açtığınızda tanıdık bir hisse kapılabilirsiniz. Muhtemelen “Ne yani GTA’nın tipik zombi modlarından birini evirip, bilgisayar oyunu yapmışlar! Bu mudur?” sorusunun da eşlik edeceği bu his; ilerleyen dakikalarda kafanızı terk edecektir bu konuda şüpheniz olmasın! State Of Decay, bir zombi oyununda karşılaşmak isteyeceğiniz herşeyi, irili ufaklı bir biçimde bünyesinde barındıran bir mahsül! Bununla birlikte, bu zamana kadar edindiğiniz “zombi oyunu alışkanlıklarınızı” da bir kenara bırakmanızın vaktinin geldiğini hatırlatan bir oyun aynı zamanda!
Peki nedir State Of Decay’ı farklı kılan! Elbette ki açık dünya bir zombi oyunu olması bu farklılıkların sadece ilk ayağı! Artık kendi canının derdine düşmüş sıradan bir ‘sağ kalan’dan çok daha fazlasısınız. Bu sebeple silahlarınızı kuşanıp, zombi deryasının ortasına balıklama dalmadan önce iyi düşünüp taşınmanız lazım! Çünkü artık, salgından sağ kalanların oluşturduğu bir grubun üyesisiniz. Atacağınız her adım, yapacağınız her hata önce sizi sonra da himayeniz altındaki tüm takımı etkileyecek! Oyunda ilerledikçe, takımınızın ne kadar değerli olduğunu daha fazla anlayacaksınız. Yavaş yavaş bencilliğinizden sıyrılıp, takımınız için hareket etmeyi öğreneceksini vesaire vesaire…
Ammman gözünüz o kadar da korkmasın! State Of Decay, anlattığımın yarısı kadar bile didaktik dayatmalara meraklı bir oyun değil! Fakat son dönem post apokaliptik hikayeler sayesinde kolektif hafızamıza yerleştiği üzere, terk edilmiş evlere girip çıkmak, dostlarınızın hayatlarından sorumlu olmak ve güvenli bölgelerde asayişi sağlamak gibisinden misyonlar, sizi ister istemez kendi stratejinizi kurgulamaya teşfik ediyor. Zaten SOD’ın en önemli artısı, kendi stratejilerinizi uygulama olanağı sağlaması!
BU GÜN VARIM, YARIN YOKUM!
State Of Decay, kelimenin tam anlamıyla açık dünya ve yaşayan bir evrende geçiyor. Buradaki ‘yaşayan’ evren tanımını da, majör sayılmayacak bir firma için olabildiğince kapsamlı bir biçimde yapıyor. Bu fikir, özellikle The Walking Dead gibisinden, hayatta kalma stratejileri üzerine kurulu bir kıyamet sonrası zombi istilası konseptini arayan oyunseverleri heyecanlandıracak bütün ögeleri de barındırıyor içerisinde! Fakat SOD, sadece bu fikre yüklenmekle kalmıyor. Çok karakterli yapısıyla, oyun mekanizmasını daha işler hale getiriyor. Söz gelimi, karakterlerinizi kafanızın estiği gibi zombi terörünün ortasına salamıyorsunuz. Hatta oyunda sık sık karşılaşacağınız, zombi kuşatmalarından kurtulabilmeniz için, zaman zaman kritik stratejiler geliştirmeniz gerekiyor.
Kurşunlarınızı akıllıca kullanmak, dostlarınızın arkasını kollamak dışında; karakterinizi de doğru yere mevzilendirmeniz lazım. Çünkü oyuna veda eden karakteriniz ne yazık ki bir daha geri gelmiyor. Yani oyunu GTA ve emsallerinin sahip olduğu işleyişten ayıran en önemli özellik; kontrol ettiğiniz karakter öldükten sonra, grubunuzdaki bir başka karakter ile yola devam etmeniz. Huzur içinde yatsınlar!!!
Ekibinizdeki karakterlerin mutluluğunu sağlamak, oyundaki en önemli misyonlarınızdan biri. Himayeniz altında ne kadar çok karakter olursa, ayaklarınız yere o kadar sağlam basıyor. Çok karakter demek, sırtınızı yaslayabileceğiniz sağlam bir takım demek. Dolayısıyla, yorulduğunuzda ya da yaralandığınızda, görevi başka birine teslim etme şansınızın artmasıyla beraber, oyundaki manevra kabiliyetiniz de ivme kazanıyor. Tabi karakterleri değiştirmek, karakterlerin özelliklerini de yakından takip etme sorumluluğunu beraberinde getiriyor. Nitekim sık kullandığımız karakterin gelişen özellikleri, sadece o karaktere eklemlendiği için; seçtiğimiz yeni bir karakter daha deneyimsiz olabiliyor. Bu sebeple hem fiziki özelliklerin gelişimi hem de envanteri dengeli bir biçimde dağıtmak adına, karakterlerin oyun içerisindeki dönüşümlü kullanımının balansını ayarlamakta fayda var!
Her ne kadar SOD için, ‘zombili GTA’ gibisinden yakıştırmalar yapılsa da, oyun asıl gücünü tamamen açık dünyasından ve başarılı bir biçimde işleyen RPG elementlerinden alıyor. Bir üsse sahip olmak, bu üssü paylaşacak insanları seçmek, yeri geldiğinde bu insanları ekip olarak işlevsel hale getirmek ve hatta her birini bu hayatta kalma mücadelesi dahilinde birer kahramana dönüştürmek size kalıyor. Tabi bu ekibi ayakta tutabilmenin yolu da, hem güvenliklerini sağlamaktan hem de onları beslemekten geçiyor. Bu sayede strateji ve RPG elementleri iç içe geçerek, oyunu GTA mekanizmasının biraz daha dışına taşıyor.
Kurduğunuz derme çatma üssün akibeti, sizin ekibi koruyup kollamanıza bağlı. Zombilerin cirit attığı şehre inerek, ekibin, ilaç, silah ve gıda ihtiyaçlarını karşılamak adına, The Walking Dead’in kendini ateşe atmaktan çekinmeyen elemanı Gleen Rhee’nin misyonuna soyunmanız gerekiyor. Çoğu zaman bu gibi riskli görevlere soyunurken, yanınızda bir partner bulundurmanızda fayda var. Nitekim, sürü halinde gezen ve siz daha ne olduğunu anlamadan etrafınızı saran zombilerden kurtulmak için fazladan bir çift elin yardımı her zaman iş görüyor!
KAHRAMANLIĞA SOYUNMA! HAYATTA KAL!
Zombiler, tıpkı The Walking Dead serisinde olduğu gibi, siz farkınıza varmadan etrafınızı kuşatabiliyorlar. Üstelik sadece aylak olarak tabir edilen içi geçmiş ceset yığınlarından da ibaret değiller. Çoğu zaman bir zombi sürüsüne liderlik eden daha güçlü bir hilkat garibesi olduğu gibi, kulağınızın kaldıramayacağı desibelden çığlıklar kopararak dengenizi darmaduman eden umacılar ve görev başında ısırıldığı için nispeten daha korunaklı polisten bozma zombiler de başınızı ağrıtabiliyor. Ayrıca, tek harakette sizi ikiye ayıran ya da ayağının altında dümdüz eden juggernautlar da, ziyadesiyle sakınmanız gerekenler arasında!
Çoğu zaman sahip olduğunuz silah gücü ya da delici kesici aletleri kullanma konusundaki birikim ve becerileriniz sizi yarı yolda bırakabileceği için, şehre inmeden önce basit de olsa bir strateji geliştirmenizde fayda var. Çoğunlukla işlerinizi büyük bir gizlilik içerisinde halletmeniz, ömrünüzü uzatacak olsa da; her zaman o kadar şanslı olamıyorsunuz. Dahası genellikle şehri mobilize bir biçimde turladığınız için, zombilerin ilgisini daha çok çekiyorsunuz. Fakat burada karşınıza bir başka sorun çıkıyor. Elinizin altına geçtiğiniz taşıt ne olursa olsun; bir kaç zombiyi çiğnedikten sonra hurdaya dönüşüyor. Bu sebeple, bir süre sonra, şehrin kuytu köşelerini kullanırken, aracınızla zombilere çarpmamak için de çaba göstermeye başlıyorsunuz. Her ne kadar taşıtların bozulması, ateşli silahların teklemesi ya da kesici/delici aletlerin körelmesi, bu türün sahip olduğu ve gerçekçiliği arttıran vaz geçilmez özellikler arasında yer alsa da, cinsi ne olursa olsun, hemen her taşıtın bir kaç çarpmadan sonra tuzla buz olması bir hasar modellemesinin otomatikliğini gözler önüne sererek, biz zombi severleri derinden yaralıyor!!!
SOD, atmosfer açısından son zamanlarda karşımıza çıkan en başarılı oyunlardan biri. Bu alanda kendisinin en önemli rakibi olan Dead Island’ın çok çok gerisinde kalsa da, bağımsız olarak değerlendirilebilecek bir yapıma göre oldukça başarılı. Kaba tabirle, Alan Wake’in nefis atmosferinin, Dead Island’ın haritasına boca edildiği, alabildiğine son bahar tonlarının hakim olduğu bir hava var oyunda! Bağımsız -ya da minör bir ekibin açık dünya bir zombi oyunu söz konusu olduğunda, akla gelebilecek ve kolektif hafızamıza kazınmış pek çok görsele oyunda yer vermesi; türün meraklısı olan oyunseverleri mest etmeye yetecektir muhtemelen. Her ne kadar bağımsız bir oyunun, görsel detaylar anlamında ne kadar ileri gidebileceğini, geçtiğimiz aylarda Outlast sayesinde deneyimlemiş olsak da SOD, dikkat çekecek bir grafik başarısına sahip. Crytek’in geliştirmiş olduğu CryEngine 3 grafik motorunu kullanan SOD, yarattığı dinamik atmosferle; en ufak bir tökezlemede çamura batabilecek görsel altyapısını şahlandırabilmiş!
ÇATIŞABİLDİĞİN ÖLÇÜDE YAŞARSIN!
Her ne kadar oyundaki çatışma mekaniği, yağ gibi işlese de, bir süre sonra kaçınılmaz olarak kendini tekrar etmeye başlıyor. Bu gün, açık ve yarı açık dünya oyunlarında hayatta kalmanın en önemli anahtarlarından biri olan ‘gizlilik’ SOD söz konusu olduğunda da can simidiniz oluyor. Tıpkı Assassin’s Creed’de olduğu gibi, yüksek bir noktaya ulaştığınızda, yeni yerleri, sığınılacak dükkanları, kaçış biletiniz olan vasıtaları ve hatta sürü halinde dolaşan zombileri bile haritanıza kazıyabiliyorsunuz! Özellikle zombi sürülerinin, planlarınızı alt üst etme ve üstlendiğiniz görevlerin içine etme gibisinden ölümcül misyonları olduğundan; bir göreve kalkışmadan önce, haritanın bulunduğunuz kısmındaki en yüksek noktasına çıkarak etrafı kolaçan etmenizde fayda var!
SOD, patlak veren zombi istilasını olabilecek en gerçekçi biçimde oyunseverlere sunuyor. Kontrol ettiğimiz karakterlerin zamanla kazandıkları deneyimler, kullana kullana mundar olan alet edevatlar ya da tek başına bir zombi kıskacından kurtulmaya çalışırken yaşanan zorluklar; zaten alışık olduğumuz özellikler. Fakat, zombilerden kaçmak için koşmayı tercih etmek, yapılabilecek en önemli hatalardan biri. Nitekim peşimize dadanan ve doymak nedir bilmeyen hilkat garibeleri, yorulmanın da ne demek olduğundan bir haberler. Bizim ölümlü bedenimiz bitap düştüğündeyse, ensemizde bitmeleri, sonumuzu daha erken getiriyor. Bu sayede, yakınımızdaki taşıtları akıllıca kullanmak ve hasar görmemesi için çabalamak; bir süre sonra hayatta kalmak adına izleyeceğimiz en önemli strateji haline geliyor.
Tıpkı diğer GTA emsallerinde olduğu gibi, her karakterin kendine has bir dayanıklılık barı var. Koştuğunuzda, çatıştığınızda ya da zarar gördüğünüzde bu dayanıklılık barı da yavaş yavaş dibe çökmeye başlıyor. Bu gibi durumlarda, dayanıklılık barınızı tepede tutacak besinler almanız gerekiyor tabi. Fakat çatışma halindeyken, her hamlenizi akıllıca yapmakta fayda var. Çünkü, hareket halinde bu barı toparlayabilmenizin pratik bir yolu ne yazık ki yok! Dahası, girdiğiniz her çatışma, aldığınız her hasar, görev peşinde olduğunuz her dakika karakteriniz daha fazla yorulmaya başlıyor. Bu yorgunluk da, dayanıklılık barını daraltıyor. Bu gibi durumlarda paniğe kapılmanıza gerek yok! Hızlı bir biçimde, en yakınınızdaki barınağa giderek, ekibinizdekilerden birine, sizin görevinizi devralmasını önerebilirsiniz. Bu sayede yorulan karakter enerjisini toplarken; seçtiğiniz yeni karakter de, yepyeni deneyimler kazanacaktır.
Bir zombi klasiği olan ‘yürüyen cesetlerin sese tepki vermesi’ kuralı SOD’da da mevcut. Daha önce yine bir başka başarılı indie game örneği olan Deadlight’da, bir kısım bilmeceleri de çözmenizi sağlayan gürültü faktörü, SOD’da da az çok işliyor. Yürüyen ceset torbaları, silah sesine, diğer zombilerin çığlıklarına ya da kullandığınız araçların gürültüsüne tepki verdikleri gibi, çalar saat gibi materyalleri kullanarak hazırladığınız stratejik düzeneklerde de, bu özellik detayşinas bir hayat kurtarıcısı haline gelebiliyor.
BİRLİK OLMAK VE BİRLİKTE KALMAK!
Malumunuz, siz aynı yerde kaldıkça ve etrafınızdaki zombi popülasyonu arttıkça, grubunuzu ayakta tutmak da zorlaşmaya başlıyor. Etraftaki evlerdeki zombileri temizleme gibisinden rutinlerin yanı sıra; kendi barınağınıza yapacağınız revizasyonlar da ekibin muhtemel psikolojik çatlaklarına sıva vuruyor. Sığınağınızdaki popülasyon arttıkça, yatakodası ya da revir gibi eklemelerle, haneyi paylaştığınız insanların rahatını da sağlamış oluyorsunuz. Tabi ekiptekilerin morallerini yüksek tutmak sadece bu opsiyonlarla sınırlı değil. Gruba uyum sağlamakta zorlanan ya da ekibin kalan üyelerinin huzurunu kaçıran tiplerle de uğraşmanız gerekebiliyor. Bu gibi kritik durumlardaysa, huzursuzluk çıkaran elemanı fırçalamak ya da sığınağınızdan defetmek sizin inisiyatifinize kalıyor!
Açık dünya pratikleri, karakterler söz konusu olduğunda da tıkır tıkır işliyor. Kontrol ettiğiniz karakterin dışında da yaşayan bir oyun evreni var karşımızda. Bu durumda, grubunuzun diğer üyeleri de yeri geldiğinde kendi ihtiyaçlarını karşılamak için, kasabanın orasına burasın gidebiliyorlar. Tabi kimi zaman, başlarına buyruk hareketleri yüzünden başları belaya girebiliyor. Onları, zombilerin ya da diğer insanların ellerinden kurtarma görevi de sizlere düşüyor.
Bunlara ek olarak, oyunda ‘komşuluk ilişkileri’ de geliştiriyorsunuz. Sizin gibi hayatta kalmış küçük gruplarla irtibata geçebiliyor, yeri geldiğinde onlara yardım ederek, güçlü bir bağ kurabiliyorsunuz. Bu ilişkiler, hem arkanızı kollayacak daha fazla müttefik kazanmanızı sağlıyor hem de mühimmat konusundak krizleri, lojistik yardımlaşmayla giderebilmenize olanak tanıyor.
HER GECE HER GECE AYNI ET?!
Hakkını teslim etmek gerekir ki Undead Labs, hem atmosferin tonunu dengelemiş hem de karakter gelişimi – etkileşimi konusunda kalibresinin üzerinde bir işe imza atmış. Fakat görünen o ki bütün bu detayların hakkını teslim ederken, hikâye anlatımı konusunda, nefes açacak yönelimlere yer vermeyi unutmuş! Bütün bu ‘hayatta kalma’ mücadelesi, türün meraklıların açlığını elbette ki giderecek türden fakat oyun, sizi sürekli diken üstünde tutacak çetrefilli bir senaryo ya da dinamik bir işleyiş yerine; bir süre sonra iyiden iyiye rutine indirgenen görevler silsilesine dönüşmeye başlıyor!
Oyunda sizi gerçekten zorlayacak, enine boyuna taktik geliştirmenizi gerektiren herhangi bir görev bulunmuyor! Dolayısıyla bir süre sonra aldığınız görevler de birbirini tekrar etmeye başlıyor. Belaya bulaşan arkadaşlarınızı kurtarmak, müttefiklerinizin zombi temizliğine yardım etmek, aracınızla uzun mesafeler katetmek, ekibinize katacak yeni takım arkadaşlarının peşinden koşmak ya da etraftaki evleri temizlemek bir süre sonra kaçınılmaz olarak içinizi bayıyor. Bu gibi durumların tek dopingi, yapmayı reddettiğiniz ve önemsemediğiniz bazı görevlerin, önünde sonunda daha büyük çaplı belalara kapı açacak potansiyeli olması. Bu sebeple senaryoyu diri tutan görevleri yerine getirirken, küçümsediğiniz yan görevlere de vakit yaratma endişesi, sizleri diken üzerinde tutmayı bir süre daha sürdürüyor.
Kabul etmek gerekir ki SOD, kesinlikle oyun dünyası için ilham verici bir adım. RPG sistemindeki aksamalara, karakter etkileşimindeki belli başlı sıkıntılara, vasatlaşan ve yer yer yavanlaşan öyküsüne, oturmamışlık hissi yaratan klavye senkronizasyonuna rağmen; daha dolgun bütçeli açık dünya post apokaliptik senaryoların kapısını aralayabilecek potansiyele sahip. Tabi açık dünya kıyamet sonrası senaryoların yollarını gözleyen biz oyunseverler için de çölde vaha olduğu da bir başka gerçek. Türün meraklıları şans vermekte gecikmeyeceklerdir elbette! Lakin türe şans tanımak isteyenler bir kere daha düşünmeli!