Dış ses aracılığıyla kendini anlatan Andre’nin (Jamel Debbouze) karşısındaki üç kişiden birinin burnuna indirdiği yumrukla birlikte yere yığılmasıyla başlar film. Tam da karşısındakilere durumu anlatacakken geçen trenin gürültüsünden bir şey anlamadığımız konuşması, tren geçtikten sonra karşı tarafın verdiği yanıtlarla anlaşılır ve bu yazısı dizisinin ilk bölümünde dökümü yapılan Melekler Şehri’nin yaşattığı acılar, bu filmin daha ilk birkaç planında yatışırken seyirci olarak aldığınız yaralar da iyileşmeye başlar.
Konu girişi basittir: Andre’nin bir adama borcu vardır ve kan donduran tehditlerle bu parayı geceyarısına kadar ödemesi gerektiği anlatılır. Ancak tehdit dolu sözlerin içinde Besson mizahi Fransız tarzıyla, kısacık zamanda Amerikalılara, Amerikan Dolarına ve Amerikan tarzına üst üste üç giydirme yapar. Andre’nin hemen sonrasında bir başkasına da yakalanıp geceyarısı yine yüklü bir miktar para getirme sözü verdiğini görünce, borçlularının bu iki kişiyle de sınırlı kalmadığını tahmin ederiz.
Baştan beri Amerikalı olduğunu söyleyen Andre konsolosluğa da gider ama kişisel bütün bilgileri çıkıp söylediği yalanlar anlaşılınca konsolosluktan da kovulur. Kısacık bir zaman aralığında kahramanının yaşantısı ve kişiliği hakkında bunca derinlemesine bilgiler veren filmde, Besson, drama ve sinema kurgusu açısından kendini gösterirken, baş oyuncusu Jamel Debbouze, daha önce tanımayanları hayrete düşüren karakter kişiselleştirmesinin yoğun ipuçlarını vererek sivriliyor, ama fondaki sinemasal örgü onları Paris’in (filmin tanıtımında da yazıldığı gibi “akıllara durgunluk verecek denli”) boş ve muhteşem görüntüleriyle filme geri çekiyor.
Paris’in bu görüntüleri üzerine detaya girmeksizin bu yazı yazılamaz. Muhteşem Paris görüntüleri çekmek çok da zor değildir. Hele de Luc Besson iseniz ve hele de Paris, Fransa’da bir şehirse… Ancak Paris’in bu denli tenha görüntülenmesi ile şimdiye dek şehirlere adanmış ve başrolü bir şehre verilmiş filmlerin tümünden farklı bir kullanım sunar Besson o güzelim şehirlerden yalnızca biri olan Paris’e. Öyle ki en tenha görünmeyen trafik sahnelerinde bile tenhalığın anlatımı, Andre, normal hızda yürürken fondaki trafik, ağır çekimde gösterilerek verilir.
Üçkağıtlarına devam etme ve içine düştüğü durumdan kurtulma kaygısıyla karakola gidip polislere yalan söylemekten de bir sonuç alamayan Andre, intihara karar verdiğinde hayatını değiştirmeyecekse de filmin ana iskeletini oluşturacak bir karşılaşma yaşar. Karşılaştığı kadın nehre atlayınca onu kurtarmak için kendisi de atlar. İntihar eyleminin içeriği, hayatta kalma ve bir başkasının hayatta kalmasını sağlama isteğine dönüşür. Yaşamını kurtardığı kadın kendinden oldukça uzun, hoş ve çekici bir genç kadındır.
Andre, hemen sonrasında genç kadından kurtulmak ister. Bu süreçte gelişen olaylarda, kadının Andre’ye verdiği karşılıklar ilginçtir ve filmin gelişimindeki anlatıma şimdiden hizmet ettiği bellidir. Bu, şablon arası klişe filmlerde her zaman karşılaştığımız, dramatik kurguyu fark ederek sonradan olacakları tümüyle tahmin ettiğimiz sıkıntılı durumdan uzak, hatta tam tersi zaten filmin başından beridir canlı olan seyirci merakını daha da çekmek amacıyla gerçekleştirdiği sinemasal anlatım örneğidir.
“Hayatımı sana versem, ne yapacağını bilir miydin?”
Biraz önce adının Angela olduğunu öğrendiğimiz kadın bu lafları söylediğinde Andre önemsemez ancak yollarının birleştiği kesinleşip de Andre’yi borçlularının ofisinde ciddi bir sıkıntıdan kurtarmak iddiasıyla işe girişen Angela, o sırada odada bulunan başsız melek heykelinin tam da arkasında görüntülendiğinde Angela / Angel – A bağdaştırmasının ilk ipucu verilmiş olur. Elimizdeki bilgilerle Angela’nın, Andre için en azından bir “iyilik meleği” olacağını düşünürüz. Gerçekten de mucizevi bir şekilde Andre’yi borcundan kurtaran Angela, üstüne diğer borcunu da ödeyecek kadar para bulur. Gece gittikleri eğlence yerinde de ortalama 1000 Avro karşılığı erkeklerle birlikte olup Andre’nin barda oturup parayı toplaması bütün şikayetlerine ve vicdan muhasebesine karşın hoştur. Ancak asıl hoş olanı, dekor mekanların filmde grafik öğe olarak kullanılmasıdır ki gerçekten filmdeki planların fotografisi muhteşemdir!
Borçlar ödendikten sonra eldeki bütün parayı at yarışında kaybeden Andre için son kurtarıcı yine göğsüne kötü günler için sakladığı parayı veren Angela olur. Artık kişiliği iyiden iyiye belirginleşen Andre, zavallı, kendine güvensiz, çok da zeki olmayan ama cinlik peşinde koşan, zayıf, olmadık işlerin peşine düşüp de sürekli kaybeden bir yabancı uyruklu yapısını çizer. Angela’nın onu sürekli içinde bulunduğu durum ya da yapısına yönelik yorumları Andre’yi kızdırmaktadır. Önceleri Angela geldiği yerde sigara içilmediğini söylemişken, sonrasında hafif yollu tartışma sırasında Andre’nin hayatına girmediğini gökten düştüğünü söyler ve bu an ile birlikte bu yazı dizisinin 1-2 numaralı bölümüne başlık olur.
“Sigara içsem ne olur ki? Ben ölümsüzüm!”
Bu paradoks ile bir melek olduğunu Andre’ye ikna etmeye çalışan Angela, aynı zamanda dünyaya geliş nedenini de söyler: görevli olarak Andre’ye yardımcı olması için gönderilmiştir. Angela, aynı zamanda Andre’nin yansımasıdır ve bu denli çekici bir kadın olması Andre’nin kadın yönünün daha baskın olmasından kaynaklanmaktadır, erkek yönü ise daha aşağılardadır ve erkek özelliklerinin en kötülerini almıştır.
Angela, sürekli Andre’nin yaptıklarını yüzüne vurmakta, davranışlarının temelinde yatan nedenleri açıklamakta ve ona kendini göstermeye çalışmaktadır. Burada yaşanan süreğen çatışma, Andre’nin bunları yol gösterici öneriler olarak algılamaktan çok içinde yaşadığı eziklik ve kendine güvensizlikle orantılı sürekli kızması ve anında tepki vermesiyle oluşur. En son yine gereksiz bir sahtekarlık girişiminden sonra onu içine düştüğü durumdan kurtaran üstelik dağ gibi bir adamı tek yumrukta deviren yine Angela olur ki, bu sahne sıkı bir tartışmayla sürerken filmin başındaki üç adam Andre’ye yaklaşır. Üç adamı da bir bacak darbesiyle saf dışı bırakan Angela, artık iyiden iyiye Andre’nin işlerini düzeltmektedir ancak Andre yalnızca gündelik sorunlardan kurtulmakta, yeniden aynı duruma düşmemesini sağlayacak yönde akıllanmayı reddetmektedir.
“vücuduna bak! sevgisizlikten ve güvensizlikten acı içinde.”
İkilinin konuşmaları, aslında Andre’nin kendini sorgulama, algılamaya çalışma, yani bir anlamda kendini tanıma sürecinin iskeletini oluşturur. Bu tanıma sürecinde, Andre, hayatına giren ve kendisiyle ilk kez ilgilenen birine karşı kayıtsız kalamayarak Angela’ya yani aslında kendi kadın yönüne aşık olur. Angela buna sürekli karşı çıkar, ancak doğaüstü ve kullanması yasak olan güçlerini birkaç kez kullandığı gerçeği paralelinde Andre’ye olan sevgisi de seyirciye sunulacaktır. Bomboş Paris’in köprüleri, caddeleri ve bilumum yerlerinde çekilen upuzun bir kovalamaca sırasında Andre, Angela’yı gitmemesi için ikna etmeye çalışırken Angela, onun geleceği hakkında her şeyi bildiğini söyler. İşlerini düzeltecek ve hayatına bir kadın girecektir. Bu kadın Angela değildir. Kendi şirketini kurup zengin olduktan sonra karşılaşacağı o kadınla evlenip üç çocuğu olacaktır. Ancak yaşamında ilk kez istediği şeyin peşinde koşma kararı vermiş olan Andre, Angela’yı olağanüstü ve şiirsel bir çabayla ikna etmeye çalışırken kanatları açılan Angela, dönüş vakti geldiğinden uçarak uzaklaşmaya çalışırken onu yakalayan Andre ile oldukça yükseklere çıktıktan sonra nehre düşerler. Nehirden ikinci çıkan Angela’nın kanatları yoktur. Gözlerinizin önünde İkarus’un canlandığı bu sahnenin hemen ardından Angela, bundan sonrasına insansı yaşama geçmiş bir ölümlü olarak devam edecektir.
Angel – A, son derece titiz çalışılmış dekor-mekanları, mükemmel fotoğrafları, olağanüstü grafik kadrajları, basit konu örgüsü içinde –biraz uzun da olsa– derinlemesine işlenmiş diyalogları ve başrole yerleştirilmiş bomboş Paris görüntüleriyle Wenders’in Arzunun Kanatları filmi ile birebir eşleşir ki gerçekten iki filmi birbiri ardına seyretmek hoş bir keyif verir insana.
Angel – A, büyük bütçeli filmlerin şaşasını fersah fersah geçen bir varlık ortaya koyarken neredeyse iki oyuncusunun bir koridor, bir otel odası, birkaç lolanta, bir gece kulübü diye kısaca sıralayabileceğimiz mekanlarda amatör ekip tarafından üretilmiş havası veren son derece mütevazı yapısıyla da bir çağdaş sinema örneği olarak kendi kendisini, konusundan bağımsız bir sinema filmi olarak izlettiriyor. Konusunun her zaman birkaç adım önünde giden sinematografisiyle “seyirlik” tanımının biraz üzerinde ama keyifli bir sinema tadı vaad ediyor. Ameliyat sahnesi süresince doktor ve hemşirelerin kayıtsızlıkları, ameliyathanede dergi okuyan görevli, dergiyi biyolojik tehlikeli atık torbasına atması, teypten gelen, blues-rock bir parçanın eşliğinde ameliyat yapan Maggie, ameliyat sırasında konuşulan kişisel konular, kaybolduğu sanılan sünger, süngeri masanın altında herkesin aramak için eğilmesi, sonra bulunması vb. filmin formatıyla, genel görüntünün içerdiği yaklaşımla üstelik o anki sahnenin içeriğiyle tümüyle ilgisiz ve gereksiz detayların gösterilmesini anlamaya çalışmak, seyirci için temel bir sorun oluştururken, sırf diğer iki filmle eşleşmesi nedeniyle bu film üzerine yazmak zorunda olan kişiyi de derinden yaralamaktadır.