Melekler Şehri - Brad Silberling

Dünyaya İnen Melekler

Öncelikle belirtelim, Melekler Şehri (City of Angels), bu bölümün üçüncü yazısında incelenecek olan Wim Wenders klasiklerinden "Arzunun Kanatları (Der Himmel über Berlin)" filminin bir uyarlaması ya da en azından o filmden etkilenildiğinin belirtildiği bir filmdir. Ve bir metnin bir dilden başka bir dile kötü çevrildiğinde yitip giden anlatım gibi, bir sinemasal anlatımın, bir amaçtan diğer amaca çevrilişinde yitip gitmiş, birçok darbeden dolayı hasar almış bir konunun çevresinde yapılandırılan bir filmin dökümüne girişeceğiz birazdan. 

Tam bir melodram havasında başlayan Melekler Şehri, bir kız çocuğunun yüksek ateşten can çekişmesi ve annesi tarafından hastaneye yetiştirilip doktorların müdahalelerine karşın kurtarılamayıp ölüşü sürecinde, kıza eşlik eden Nicolas Cage'in (Seth) bir melek oluşunu, son derece sıradan ve yer yer de gereksiz soru işaretleri uyandıran görsel anlatım diliyle bir çırpıda veriveriyor. Doktorların masasından, ayakta duran Seth'in yanına geçen kız görüntüsüyle seyirciye öyle ruhani bir ölüm sahnesi sunuluyor ki kızın masumiyeti, ölümden sonra yaşam, tanrı vb. konular yine bir çırpıda, inançlar kıskacındaki Amerikan seyircisinin gişesini okşayacak şekilde tasarlandığı çok açık bir şekilde belli oluyor ve seyreden herkesin oracıkta ölesi geliveriyor. Seth'in elinden tutuğu kız çocuğu ile hastane koridorunda yürürlerken ölüm, dipteki duvarda beliren beyaz ışığın içine girmeleri şeklinde en klişe haliyle verildikten sonra ardından gelen ve neden seçildiği belli olmayan sert bir sunumla filmin adı da yazılıp, giriş sağlanıyor: Melekler Şehri!

Melekler, şehirde dolaşmakta, ellerindeki listede belirtilen yerlere gidip yazılan durumlara göre oradan kişileri toplamaktadırlar. Dokunma duyguları yoktur. Seth bunun nasıl bir şey olduğunu merak etmektedir ama otoyol tabelasının üzerinde oturarak konuştuğu arkadaşı zenci melekte ise o merak yoktur. Seth, hep insanca duygu ve davranışları merak ederek zaten insanca yaşama geçeceğini hiç bir sürpriz gelişmeye olanak tanımadan bu yaşamı kabulleneceği ana dek hissettirir.

Trafikte bekleyen insanların düşünceleri, yine kendi görüntüleri eşliğinde verilip, pahalı çekimlerle New York sokakları tepeden gösterildikten sonra, yakın plan helikopter çekimi ile olmazsa asla ve kesinlikle olmaz "Hollywood" yazısı da gösterilip "bu filme sıkı bütçe ayırdık" gösterişi içinde kasım kasım kasılınırken, genel planda pan yapan kamera, aynı hareketinin devamı şeklinde bir fabrikada çalışan işçilerin yakın plan görüntüsüne girer ki bütçenin çok az bir bölümünün sinemasal anlatım amaçlı kullanıldığını daha baştan açık eder.

Ardından gelen sahnede, bütün melekler günbatımında, kumsala dağılmış şekilde gösterilirler ancak başroldeki melekler bize tepeden görüntü sağlamak amacı ile hepsinden daha yüksekte durmaktadırlar. Film müziğinin de klişesi olur mu demeyin ama bu sahneye eşlik eden müzik tüylerinizi ürpertecek denli hangi duyguya dayandığı belli olmayan ve her telden çalan tuhaf bir şekilde birçok filmden çağrışım yapan tınılar ve müzikal yapıda kulaklarımıza dolar. Ancak daha da kötüsü, film şeridinin yaklaşık iki saniye gerisinde lambanın önünden geçeceği anı beklemektedir: Son derece durağan kumsal sahnesinde vokallerin gücü birden yükselir ki nedeni o an için belli değildir, ancak müziğin sesi iyice yükselip bir sonraki sahneye geçtiğimizde bu zavallı atraksiyonun nedenini anlarız: betonu delen makinenin sağır edici gürültüsüne geçilecektir!

Bir anda kendimizi büyükşehrin karmaşası içinde buluruz. Ancak bu anlatım –cesaretsizlikten midir yoksa gişede gereksiz ayrıntı olduklarından mı bilinmez– kısacık kesilir ve hemen ardından yüksek ritmli ve mekanik bir müzik eşliğinde bisikleti ile hareket eden birinin, olası her açıdan çekimlerine geçilir. Zavallı kamerayı yerden bisikletin selesine, oradan da havada uçan bir objede taşınırken hayal ettiğimizde, set ekibine de kameramana da bu denli gereksiz yorgunlukları için acırız. Evet, görüntüleri alınan bisikletli kişi, filmin esas kızı, ağır topu Meg Ryan'dır (Maggie) ve kendisi filme böylesi şaşalı bir girişi hak ediyor olabilir ama soyunma odasında da devam eden ritmik müzik-ritmik görüntü işbirliği kadıncağızın birazdan muhteşem bir sahne gösterisine çıkacağı yolunda ilerlerken, Maggie, üzerinde doktor giysileri ile röntgen odasında girdiğinde birden duran müzikle birlikte, biz de eller havada kalır, faltaşı gözlerle ve nasıl olur edasıyla kalp krizi geçirmiş bir adamın anjiyosu üzerine yapılan yorumları izleriz. Böylesi tempolu planlarla girişi yapılan bir sahnenin ve karakterin –özel bir amacı yoksa– bu denli düşük ve dingin bir modda aktarılmaya devam edilmesi, kesinlikle sinematografik bir hatadır ve sinefil seyirci tarafından affedilmesi mümkün değildir.

Ameliyat sahnesi süresince doktor ve hemşirelerin kayıtsızlıkları, ameliyathanede dergi okuyan görevli, dergiyi biyolojik tehlikeli atık torbasına atması, teypten gelen, blues-rock bir parçanın eşliğinde ameliyat yapan Maggie, ameliyat sırasında konuşulan kişisel konular, kaybolduğu sanılan sünger, süngeri masanın altında herkesin aramak için eğilmesi, sonra bulunması vb. filmin formatıyla, genel görüntünün içerdiği yaklaşımla üstelik o anki sahnenin içeriğiyle tümüyle ilgisiz ve gereksiz detayların gösterilmesini anlamaya çalışmak, seyirci için temel bir sorun oluştururken, sırf diğer iki filmle eşleşmesi nedeniyle bu film üzerine yazmak zorunda olan kişiyi de derinden yaralamaktadır.

Ameliyat biter, uyanık kalsa kesinlikle işin ortasında orayı terk edecek adamcağızın kalbi atmaya başlar. Seyirci için bu ameliyat sahnesinin, her şeyiyle klişe gelişen filmde zaten beklenen iki anlamı vardır: Dr. Maggie Rice'ı çalışma koşullarında göstermek ve küçük kızdan sonraki diğer bir ölüm vakasıyla karşılaşmamızın sağlanması. Seyircinin rahat koltuğunda hiç zorluk çekmeden tahmin ettiği bu iki durum da eşzamanlı olarak gerçekleşir. Güzel ve sevimli Maggie odadan çıkarken Seth görülür.

Bu noktalarda, son derece klişe seçenekler içeren ve bu yüzden de sürekli seyircisinin bir adım gerisinde yürüyen film, dramaturjisinin ezikliğini, bütçesini son derece ileri düzey görüntü mükemmelliğine harcayarak kapatmaya çalışmaktadır. Tabi buna başroldeki iki oyuncunun iflah olmaz hayranlarının sağlayacağı gişe yüzdesini de eklemek gerekir.

Ameliyat edilen adamın kurtarılamaması ile sonuçlanan ölümü, filmin – kendince– önemli bir dönüm noktasını oluştururken, nasıl olduğunu kavrayamasak da Seth ile Maggie'nin, bir melek ve bir insan arasında ölüm harici olmaması gereken bir tür iletişimin kurulur gibi olduğuna dair bir ipucu saplanır gözümüze. Bunu gözümüzden çıkarmaya çalışırken bir sonraki sahnede bu "iletişim" konusu Seth ile zenci melek arkadaşı arasında öylesine açık açık konuşulur ki bu ardıl sahnenin hangi zeka ortalamasındaki seyirci gurubuna yönelik konduğu anlaşılmaz bir durum oluşturur. Bir yönetmen nasıl olur da görsel anlatımına bu denli güvensizlik duyup gösterdiği durumu bir de sinema ile taban tabana zıt sözel yolla anlatmak isteyebilir!

Maggie'ye döndüğümüz sahne son derece zavallıdır: "bir sahnede ameliyat masasında bıraktığı hastasını düşünen bir doktoru nasıl gösterirdiniz" sorusuna en sinema cahili insanın bile verebileceği yanıtı karşılar: Maggie, boş ameliyat masasına dayanmış, dalgın ve üzgün gözlerle bakmaktadır. Sonra kötü olur ve tuvalete gidip klozete kusar. Bilmiyorum Amerikalılar abur cubura bu denli düşkün olduklarından mıdır nedir psikolojileri bozulduğunda ilk yaptıkları şey yola, tuvalete ya da mekan içerisinde uygun buldukları herhangi bir yere böööaarrrg diye kusarlar. Hayır yani kusmasa yeterince üzülmemiş düşüncesi mi oluşuyor Amerika'da da biz bu yüzden gereksiz yere bu iğrenç sahnelere maruz kalıyoruz? Birisinin ciddi bir sarsıntı yaşadığını anlatmanın daha makul bir yolu öğretilmez mi klişe kurslarında?

Aslında gerçekten de kusarlar mı bilmiyorum ama bunun Hollywood sinemasında gösterilmesinden neden artık gına gelmemiştir anlamam. Bu sözüm genel olarak algılanırsa sevinirim, yoksa zaten her şeyiyle kağıt üzeri klişeler bütünü olan bu film için bir ayrıcalık oluşturmuyor bu sahne. Ayrıca, filmin orasına burasına serpiştirilmiş, meleklerin yüksek yapı yada benzeri yerlerden şehri seyredişleri de Wim Wenders'in –eminim– çok fazla umurunda olmasa da Arzunun Kanatları'nı feci şekilde üzmektedir.

Bu arada Maggie'den birkaç günlüğüne de olsa görevine ara verilmesi istendiğinde ne olduğunu anlamak olanaksızdır. Bir kadın olduğu için mi bu karar alınmıştır, hata yaptığı için mi uyarı tarzı bir olayla karşı karşıya kalmıştır, herkes onu çok seviyordur da bu olayın etkisinden uzaklaşmasını mı istemektedir…Bunların hiç ama hiç biri anlaşılmaz. Anlaşılmasına da gerek yoktur zaten! Bir filmde her şeyin ama her şeyin bir aşk öyküsüne dönüştürebilme dürtüsüyle ünlü Hollywood'dan çıkma Melekler Şehri, bu anlaşılmaz sahnenin devamında Maggie'ye aşık bir erkek arkadaşın varlığını gösterir ve herhangi bir ölüm olmadığı halde orada olan Seth'in gerginleşmesini de bize aktarır. Seyircisini ancak bu denli aşka vurgun, ucuz beklentileri olan, yalınkat insan kitlesi olarak görebilecek bir anlayışın elinden çıkan ve ne çelişki, ne gerginlik, ne çatışma gibi hiçbir dramatik yapıya sığmayan bu açılım ile film, –uysa da uymasa da– bir aşk üçgeni konumuna sürüklenir ki gerçekten filmin geri kalanının seyredilme isteği düştükçe düşer.

Aslında bu noktada, bu film, bu tür ucuz klişelerin işlendiği yığınlarca başka konular içeren filmlerle eşleştirilmelidir ama bu durum yazıyla gerçekleştirilemeyecek denli geniştir ve ancak ve ancak sinefil dostların kafasında çoktan gerçekleşmiş olan eşleşmelerle zaten sinema tarihinde yerini almıştır.

 Seth'in, filmin genel yapısına uymayan ve hangi kıstaslara göre seçildiği belli olmayan insanlar arasında dolaşması ve onların görece felsefi düşüncelerine telekulaklık etmesi de bir işe yaramaz. Yani senaristin mi yönetmenin mi akıl edip filme koyduğu yoksa sırf Arzunun Kanatlar'nda vardı böyle şeyler, biz de koyalım zavallılığından mı çıktığı belli olmayan bu içi boş felsefi dolaşımlar, filmi bir türlü sinema yapamaz. Hele hele filmin tam da burasında yakın planda verilen Hemingway romanı, filmin genelindeki ucuzluğu Salı Pazarındaki 2 ytl'lik en pazen etekliğe düşürür ki bu filmi seyretmektense Salı Pazarında koca bir gün geçirmeyi hazların en doruk noktası olarak tercih etmeyi düşündürtür.

Tabi bu arada Maggie'ye abayı yakan melek Seth'in onu her an takip ederken asansör kapısının kapanması ile dışarıda kalması ilginçtir. Otoyol levhalarının üzerine bile çıkabilen, her an her türlü mekana girebilen meleğimiz asansör kapısının ardında boynu bükük kalır ki nedeni vardır: romantik seyirci, Maggi'ye yetişemeyen Seth için üzülmelidir, dahası elinden kaçırdığı gibi saçma bir düşünceye kapılıp telaşlanmalıdır. Aşk! Ahhhhh aşk! Her türlü sorunu halledersin sen! Böyle berbat bir filmi kurtarmak için bile sarılır insanlar sana.

Seth nam melek, işi gücü bırakıp artık Maggie'yi gözetlemekte, onu resmen özel hayatında takip etmektedir. Başka bir filmde seyircinin özel yaşama müdahale, hatta daha da ileri gidelim "taciz" olarak algılayabileceği durum, bu filmde aşk olgusunun yüceleştirilmesi ve başından beri seyircisine pompaladığı "metafizik duyguların üstünlüğü" kavramı yüzünden normal görünür. Maggie'nin işinden uzak kaldığı zamanlarını yeni doğmuş çocukları ziyaret ederek geçirmesi ise tam bir erkek egemen güç zorlamasına dönüşür ki, evet Maggie, güçlü bir kadındır, kendinden emindir, sisteme ayak diremektedir, hırslı ve azimkardır. Ama! Annelik içgüdüleri vardır. O bir kadındır ve bir şekilde birinin karısı, çocuklarının anası olma güdüsüne sahip olmalıdır. Bunlar olmadan bir kadına saygı duyulamaz. Neyse sonuçta film ilerledikçe biz Maggie'yi kendine özgü yapısıyla değil sıradan sokaktaki herhangi bir düzen kadını olarak algılarız ve severiz.

Maggie gittikçe kişiliksiz, özel yaşamsız, ruhsuz bir meslek tutkunu olarak gösterilip, Seth'in de deli gibi aşık, yumuşak başlı, çekingen bir ütopik erkek tiplemesi olarak verildiği sahnelerde, sayfalarca sürecek erkek egemen kapitalist toplum dayatmalarını es geçip filmin elle tutulur biryerlerine gelmeye çalışıyorum ama boşuna! İlla ki bir şeyler gözüme batıyor, gözüme batan şeyler beynimin zonklamasına neden oluyor, beynim zonkladıkça parmaklarım çalışıyor… Ve yazıyorum!

Maggie bir gece hastanedeki odasından çıktığında koridorda Seth ile karşılaşır. Seth, ilk kez ölüm harici durumda bir insana görünmüştür ve bu film için tüyler ürpertici bir plan olarak bütün ekibi heyecanlandırmıştır ancak zaten seyircinin beklediği bir andır ve şimdi gerçekleşmesi de çok fazla sürpriz değildir. Ancak, gerçekten çok sevilmesine ve son derece kendi halinde saygın bir insan olmasına karşın, Wild at Heart'da bile oyunculuğu üzerinde pek durulmayacak verimlilikteki Nicholas Cage'in Maggie'ye bakışı, kendi asçısından tarihseldir. O anı nasıl yakaladığı ve Maggie'ye nasıl öylesine filmi kurtaracak denli yoğun, içten, sevgi dolu ama ölümüne çekingen baktığı incelemeye değerdir.

Bu karşılaşma sırasında, Seth'in, adını söylerken takındığı yüz ifadesi ne denli yerindeyse, bir sonraki plana kurgusal geçişte o ifadenin yitişi fecidir. Üstelik bu sahnedeki ruhani yaşam açıklaması Barak Obama'nın Müslümanlık iddiaları karşısında, Hıristiyan olduğunu açıklaması denli bayıcıdır ama asıl sahnenin finali seyirciye "ben aptal değilim, ben aptal değilim" diye bağırtacak denli bir fecaattir: Maggie, Seth'e artık gitmesi gerektiğini söyleyip koridor boyunca yürümeye başlar. Arkasını döndüğünde Seth'i göremez ve buna şaşırır. Bir yığın hasta odasının bulunduğu koca bir koridorda kaybolan adamın odalardan birine saklanıp dahası hastane için tehdit oluşturması olasılığını yalnızca seyirci düşünür ki, film Seth'i bir melek olarak sunduğuna göre Maggie'ye ait böylesi bir mantıksızlığın da üzerinde durmamanız gerekir diye düşünür senarist ve yönetmen akıllarınca.

Bundan sonrası bir aşk filmine dönüşür. Seth'in özel durumu ile ilgili olaylar ve durumlar haricinde de hiçbir öznellik taşımaz film. İlgi, şaşkınlık, kıskançlık, yanlış anlamalar gibi aşk filmlerinin unutulmaz yönetmeninin neredeyse bir yüzyıldır bıkmadan usanmadan kullandığı bütün klişeleri ardı ardına sıralar. Üstüne de "bazı şeyler gerçektir, inansan da inanmasan da" ya da "tanrı insanlara evrenin en güzel hediyesini vermiş: özgür irade!" gibi Pazar vaazlarından fırlama hangi mezhepten olduğunu çıkaramadığım dinsel öğretiler de eklenince bir an önce bitse de bir sonraki yazının konusu Angel – A üzerine yazmaya başlayıp sinema keyfim yerine gelse diye "dua" ediyorum.

Üstelik seth'in daha önceden insan yaşamını seçen bir melekle karşılaşması ile geçiş sürecini de paket halinde vermeye başlayan film, adam "özgür irade" derken yüzüne yakın plan dalıp da beylik bir lafmış gibi gözlerini kıstırdıktan iki saniye sonra bir meleğin dünyevi yaşamı seçişi, olası en basit ve en kullanışlı gerekçeye zaten bağlanmıştır filmde: eşi, çocuğu, torunları… insanın tek varoluş amacı evlenip üremekmişcesine aktarılan bir ahlak öğretisi eşliğinde.

Bu arada Maggie'nin başlangıçta yaşamsal olan her şeyi bilimsel ve mantığa dayalı açıklar bir kişi olarak gösterilmesi, dinsel öğreti borazancılığının bir diğer uzantısıdır filmde. Birbirlerine iyice yakınlaşmaya başlayan Seth ve Maggie'nin ilişkisi aracılığı ile içine girilen durum, Maggie'nin akılcı düşünce yapısının iflas edişinin kilise doktrini tarafından tescili olacaktır. Üstelik zaten öbür dünyanın varlığı mantığına dayalı bir konu içeren filmin, konu gelişimi açısından tümüyle gereksiz bu denli dinsel öğeler barındırması, inançyoğun politikalarla yönetilen Amerika Birleşik Devletleri'ndeki ülke politikası ve insanları iyi hissettirmek üzerine kurulu şablonların hayata geçirilmesidir ki bu film açısından ele alındığında, yalnızca ve yalnızca gişe kaygısına yönelik bir tercih olduğu açıkça görülür.

Sonuçta film, daha bitmeden ekmek arası şablonlara yedirilmiş yığınlarca klişe anlatımla örülü, üzerine inanç sömürüsünün en vıcık sosu sıvaştırılarak sıcak servis edilen bir "şeye" dönüşüyor. Filmin sinematografisinden vazgeçtim dramaturjik açıdan bile her şey yüzlerce kez karşılaştığımız klişelerle örülü. Örneğin Seth ile Maggie'nin tanışıklıklarının ilişkiye dönüşme çabası içinde zaten melek-insan çelişkisi gibi kurgusal harikalar yaratmaya olanak tanıyan nefis bir malzeme varken, böylesi bir olgunun altından kalkamayan senarist ve yönetmen, aşk filmlerinin unutulmaz yönetmenine bir kez daha danışarak konunun burasındaki tek düğüm noktasını Maggie'nin erkek arkadaşının evlenme teklif etmesi gibi yüzeysel bir bağlaca başvurarak kurguluyor. Bunu da tam Maggie, artık iyice Seth'i yanında istediği ve o görünmese de evin içindeki varlığı ile uykusuzluk sorununun bile çözüldüğü bir zamanda yapıyor. Hem de hiç yeri yokken ve seyirci, ikilinin ilişkisindeki pürüzlerin nasıl giderileceği üzerine yoğunlaşmışken. Ama bari film için hiç olmazsa hakkını verecek bir "şeyler" arayacaksak, bulabileceğimiz noktaları, müziğin bile klişe tonlarda sunulduğu filmin mükemmel görüntüleri ve duygulandırma klişelerini nerede nasıl kullanacağını tam olarak bilen "klişeler" yönetmeni olarak belirleyebiliriz. Sonuçta en iyi niyetle film ancak "seyirlik" düzeyine yaklaşıp oralarda bir yerlere takılıp kalıyor.

Filmde sevdiği adamın yaşam biçiminde yapacağı çok büyük bir fedakarlığı yapmasın diye karşısında yaşamsal bir yalan söyleyen kadın teması bile var! Mutluyum, çünkü bu klişe yalnız ve güzel ülkemde bile yirmi yıldan fazladır kullanılmıyor artık. Neyse ileride çocuklarına "senin baban bir melekti yavrum" diyeceğimiz Seth, insan yaşamını seçerek dünyaya "düşer" ve bu yaşama geçtikten sonra karnını bile doyurmaya fırsat kalmadan yaşadığı ilk insanca zevk, seks olur!

Genelde film dökümlerinde ne denli detaylara girersem gireyim, önemli sürprizleri ya da finaldeki önemli noktaları yazmamaya özen gösteririm. Ama bu filmin finali öylesine ucuz, öylesine basit ve öyle bir oldu bitti havasında kurgulanmış ki, Seth'e, zenci melek arkadaşının sorduğu ve dünyada insanların en basit mantıkla sormaktan her zaman pek bir hoşlandığı soruya bir altyapı hazırlanmış hissi uyandırıyor: "sonunun böyle biteceğini bilseydin, yine de yapar mıydın?"! Bu yazıyı okuyan yediden yetmişe herkesin aklına ilk gelen sözlerden oluşan yanıtı verdikten sonra bile finali bir türlü bağlayamayan film, Wenders'e öykünüp – Tarkovsky'den haberdar bile olmadıklarını düşünüyorum– ardıl çoklu final oluşturmak için feci bir çabaya girişiyor ama nafile! Sonuçta olan Nicholas Cage'e oluyor ve güzel ve sevimli yüzünü olabilecek en şapşal haliyle gösterip filmi bitiriveriyor Silberling.