Boş boş bakardık duvarlara. Bizi kimseler duymazdı. Kulağımız hep kapıda. Sesimiz sessizliklere aşina bir çatallaşmada. Kulak kesilirdik kapıya, dinlerdik. Gelmeyişi her duyduğumuzda, yaşanacak tekrardan içimiz ürperirdi. Çünkü odalar soğuk ve sessizdi. Hem battaniye hem de kumanda çok uzağımızdaydı. Boş boş bakardık tavana. Sokaktan ışıklar yansırdı. Gözlerimiz kamaşırdı.
Evimizin önünde bir lamba vardı. Titrer titrer dururdu. Ona bakıp sigara yakardık. Fonda hep Ahmet Kaya çalardı. Çünkü -bilirsiniz ya- her acı âna uygun bir Ahmet Kaya şarkısı vardır. Biz de öyle yapardık işte. Acılarımıza Ahmet Kaya basardık, biraz azalırdı kanamamız. Lambanın yanında bir ağaç, iteler dururdu lambayı öte yana. Işıkla gölgenin dayanılmaz dövüşü.. Hangisi kazansa diğerine üzülürdük. Biz böyleydik çünkü. Hep bir muallâklık. Hiçbir zaman tam olarak sevinemememiz bundandı. Sabah olurdu. Güneş pencereyi zorlardı. Bu sefer de perde ile güneş ışığı arasındaki dövüşü izlerdik. Yine aynı…
İrin içimize akardı. Biz hep kapıya bakardık. Oysa gelecek kimsemiz yoktu, bizim de gitmeye gücümüz.. Sanki çıksak o kapıdan, hep başka bir sokağa açılacak o kapı ve biz her seferinde ikiye bölünüp arkamızdan izleyeceğiz giden “kendimiz”i. Yarım bir gidiş asla bir gidiş olmayacaktı. Kalakalacaktık.
Gider en kuytulara oturur insanlara bakardık. Tesadüflere ve mucizelere inanırdık. Bir balık olsak mesela havada da yaşardık. İmkânsızımız yoktu da hayat çelme takıp duruyordu. Velhasıl bize hep tavanı izlemek kalıyordu. Bize, yani yatağın sol yanında uyuyanlara, uyandığında yüzünü yıkamadan sigara yakanlara ve yaralarına Ahmet Kaya basanlara. Biz hüzne aşinaydık ve bu aşinalık hayata yabancılaştırıyordu bizi. Tıpkı o ağaçla lamba gibi neşemiz ve hüznümüz dövüşüp duruyordu. Hangisi kazansa öte yanımız eksik. Hem kazanmak yarımsa asla kazanmak olmayacaktı. Biz genellikle bayağı güzel kaybettik. Tek kazandığımız da bu oldu.