İstanbul'un yüreğinde, Süleymaniye'de açtım gözlerimi güne. Gökyüzünü hançerlercesine minarelerini uzatmış, dimdik duruyordu tam karşıda. Asırlardır kimseye baş eğmeyen Süleymaniye, kimseye baş eğmiyor, yüce ve ölümsüz bir çınar gibi duruyordu tam karşımda. Asırlardır sönmeyen gülümsemesi, göğsünde titreyen ezan sesiyle daha da güçleniyor ve serinletiyordu yüreğimi. Büyüsüne kapılmamak, azametine koşmamak mümkün olmuyordu. İşte dimdik duruyordu İstanbul; tam karşımda, Süleymaniye'de…
Ayasofya, Süleymaniye'nin bu ölümsüzlüğünü, coşkusunu ve asırlık yalnızlığını paylaşıyordu ve kucağını açmış, dünyanın dört bir yanından gelip, büyüsüne kapılan insanlara kanat geriyordu. Yediyüz yıllık bir milletin tüm ruhunun, varlığının ve nakış nakış ilmek ilmek sanatının büyüsünü taşıyordu. İstanbul, Ayasofya'nın kanatlarına sığınmış, yediyüz yıllık bir efsaneyi yaşıyordu.
Yüzyıllardır, kuşlarıyla yaşıyordu İstanbul, Sultanahmet avlusunda. Kuşlar hiç eksik olmuyor, sesleri hiç dinmiyordu. Eşsiz bir efsaneyi paylaşıyorlardı tüm dünyayla. Yüzyıllar öncesindeki o eşsiz efsaneyi… İnsanlar dinlemekten, kuşlarsa anlatmaktan hiç bıkmıyor ve İstanbul o coşkuyu asırlardır hiç yitirmiyordu.
Bir yanda Altın Boynuz uzanıyordu boylu boyunca, pırıl pırıl… Yakamozları insanların gözlerinde sürdürüyordu pırıltısını. Beşyüz elli yıl önce doğan ve asla batmayacak olan, dünyanın en parlak güneşinin pırıltılarını taşıyordu dalgalarında. Bu kentin varoluş şarkısını, en güzel o söylüyordu ve de en coşkulu. Her damlası İstanbul'u haykırıyordu. Bazen de beşiğinde uykuya dalmış bir bebek gibi masum oluyor, hiç konuşmuyordu. Yalnızca, güneşin kupkuru pırıltılarını, ışıl ışıl ve serin bir ilkbahar yağmuru gibi akıtıyordu her sabah İstanbul üzerine. Boylu boyunca uzanıyordu İstanbul Altın Boynuz'un beşiğinde.
Boğaz, her sabah masmavi gülümsemesiyle başlıyordu güne. Maviliğini asırlardır hiç yitirmemiş, aksine günden güne daha da mavileşmişti. Şimdiyse masmaviydi işte, insanı büyüleyecek kadar mavi. Üzerinde gemiler, dalga dalga yol alıyor ve insanlar, bu eşsiz mavilikte kayboluyordu. İstanbul aşığı bir divane, kayboluş masalını anlatıyordu:
İstanbul'da Boğaziçi'nde,
Bir fakir Orhan Veli'yim.
Veli'nin oğluyum,
Tarifsiz kederler içinde…
Fakir bir Orhan Veli'nin mısralarında yaşıyordu İstanbul, Boğaziçi'nde.
Fatih'te adım adım kilise, adım adım camiler yaşıyordu. Farklı medeniyetlerin, farklı dinlerin buluşma noktasıydı İstanbul. Farklı uygarlıkların beşiğiydi. Buram buram lale kokuları arasında, Pierre Loti'nin bakışlarını hissediyordun üzerinde. Belli ki tepeden bakmak yetmiyordu. Kopup gelmek istiyordu; zincirlerini kırmak… İstanbul, Fatih'te lale kokuları arasında, Pierre Loti'nin bakışlarında yaşıyordu; özlemini dindirircesine…
Ortaköy'de doğmak, Ortaköy'de ölmek isterdin, sahil buram buram İstanbul'u kokladıkça. Akşam çöktüğünde Ortaköy üzerine, yıldızların pırıltılarını en iyi oradan görebiliyordun. Ruhunu kaptırıp esen deli poyraza, yıldızların kopup gelmesini bekliyordun. Ama gelmiyordu; sen kopup gidiyordun yıldızlara. İstanbul Ortaköy'de bir akşam vakti parlayan bir yıldızdı, kopup gittiğin.
Dolmabahçe sırtlarında, yeşillikler arasında bir yolda, dalıp giderdin. Ağaçları, gökyüzüne açmış avuçlarını, burada olduklarına her an şükrederlerdi. Lodosun uğultusu, kulaklarını bir ninni gibi okşar, ruhunu alıp götürürdü gökyüzüne. Sonra uzak kalmak İstanbul'dan, uzaktan bakmak üzer seni, ağaçlı yola geri döner, ruhunu kaptırırdın yine kaldırım taşlarına. Tek bir taşını bile değişmezdin İstanbul'un, yedi cennet uğruna da olsa… Nedim misali yani:
"Bir sengine yekpare,
Acem mülkü fedadır."
Gülhane yakınlarında, küçük ve eski bir İstanbul yaşıyordu ahşap evleriyle. Tahtaları, yılların nemini, acısını, kederini barındırıyordu içinde. Onlarca yıl önce, kurtuluş meşalesinin alevlendiğini görmüş, ölüm davetiyeleri asılmıştı üzerlerine; kurtuluş için ölüm emirleri…Bir kurtuluşun yeniden varoluşun türküsünü, ilk onlar dinlemişti. Gülhane yakınlarında, küçük ve eski bir sokakta yaşardı İstanbul, ahşap konaklarıyla.
Üsküdar sahilinde, Kız Kulesi selamlardı seni. O denize tutsak, deniz ona tutsaktı. Yıllardır, beklediği gelmiyordu Kız Kulesi'nin. Özlemini, denizle ve cıvıl cıvıl insanlarla dindiriyordu. Kız Kulesi'nin umut ve özlem dolu gözlerinde yaşıyordu İstanbul, o özlemi dindirircesine.
Çamlıca'da sabahları, çay demleniyordu semaverde. Demli çay kokusu, buram buram nargile kokusuyla birleşiyor ve tüm Çamlıca'yı sarıyordu her yudumda. İstanbul'u her yudumda tadıyordun, her nefeste istanbul'u…
Eşsiz vatanın her köşesinden insanlar, aynı umudun sırtında ve esen şiddetli bir rüzgarla sürükleniyordu İstanbul'a. "Taşı toprağı altındır" deyip geldikleri bu kentte, bir gecede kondurdukları konaklarında, kaybolup gidiyorlardı. Bazen yavaş yavaş umutlar umutsuzluğa, varoluş bir yok oluşa sürükleniyordu ve umuda kapılıp gelen insanları yutuyordu. Kimi zamansa, tam her şey bitti derken umut kapıları açılıyordu ardına kadar. İstanbul, umutların ve umutsuzlukların şehri oluyordu. Taksim'in arka sokaklarında insanlar; umutlarını, kederlerini, yalnızlıklarını bir yana bırakmış, yaşam kavgasına girişmişlerdi. Çocukların tozlu alınları, umuda, sevgiye hasret, alev alev yanıyordu. Arka sokaklarda hiç eksik olmuyordu çocuklar. Acılarını ve yalnızlıklarını küçücük yürekleri kaldırmıyor, yüreklerindeki sızıyı, bir nefes tinerle dindirmeye çalışıyorlardı. Henüz yaşamın çok başındaydılar, ama yetmiş yıllık acı ve hüzün çökmüştü üzerlerine. Gözlerinden okunuyor, fakat yorumlanamıyordu. İstanbul, Taksim'in arka sokaklarından birinde, bir çocuğun yüreğinde yaşıyordu. Tüm bunların yanında, biraz ötede Taksim Meydanı, mutlu bir kalabalıkla doluydu. Farklı farklı yerlerinden geliyorlardı İstanbul'un, ama aynı mekanda, aynı duyguları yaşıyorlar ve aynı bilinmeze doğru yol alıyorlardı. Karanlık çöktüğünde bu eşsiz kentin üzerine, kalabalık dağılıyor, İstanbul ışık ışık oluyordu. Fakat sokaklar, duman altı havasıyla ve tozlu kaldırımlarıyla başbaşa kalıyordu. İstanbul, baş başa kalıyordu ışıklarıyla.
Beşiktaş sahillerinin hiç dinmeyen serinliği, Ortaköy'ün alnında hissediliyor, kimi zamansa farklı farklı mekanlarda aynı ruhun varlığı kendini hissettiriyordu. İstanbul'un içinde kayboluyordu. İstanbul. Aramaya Gülhane'den başladığında, asırlık çınarın orada olmadığını farkediyor, üzülüyordun. Bu arayış, Bebek'te, Kadıköy'de, Üsküdar'da, Süleymaniye'de devam ediyor, farklı farklı yerlerde, aynı güneşin farklı farklı doğuşunu ve batışını izlettiriyordu sana. Bu arayışın, başladığın yerde, Süleymaniye'de bittiğini düşündüğün bir anda rüya bitiyor ve gözlerin, daldığın kaldırım taşlarından çekiveriyordu kendini.
İstanbul, Süleymaniye'de başlıyor ve bir masalın en heyecanlı yerinde ve İstanbul'un en ücra köşesinde, korna sesleriyle son buluyordu. Gün bitiyor, İstanbul gülümsüyor, bir sonraki gün, bir başka yolculuk bekliyordu seni. Gerçeklerin ve güzelliklerin kucağında yapılacak olan, çok uzun ve bir o kadar da zevkli bir yolculuk seni bekliyordu. İnsanın yüreğinde saklı bir koskoca kent,
İstanbul, seni bekliyordu.
Not: Bu yazı, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi* "Kentim İstanbul" Projesi kapsamında gerçekleştirilen, Liseler arası İstanbul Kompozisyon Yarışması'nda üçüncülük ödülü almıştır.
Yazan: Hatice Cömert