Uranyum kulelerinin dibinde durmuş kulenin ne işe yaradığını çözmeye çalışıyordum. Yağ fabrikasının ötesine kurmuşlardı ve kulenin bacalarının ucu kurumuştu. Siyaha yakın bir duman çıkarıyordu. Duman kıvrıla kıvrıla yukarılara uzanırken elimi enseme attım; pek yakında diye söylenerek kulelerden birinin merdivenine tırmanmaya başladım. Gürültücü makinelerden çıkan sesler kulağımda geziniyordu.
Durdum.
Parmağım kopup yere düştü. Önemsemedim. Altımda okyanus vardı. Okyanusta zıplayan balıkları izliyordum. Ben yukarılara çıktıkça balıkların beni yemeye çalıştığını ve yukarılara tırmandıkça kulenin kısaldığını anladım. Kölelik sınavından kalmıştım. Heybetli patronluk sınavına girmek için kulenin tamamını geçip bacanın en üstündeki cevap anahtarını cebime indirmem lazımdı.
Balıklar iyi öğütlenmişti. Kimsenin buraya çıkmasına izin vermeyeceklermiş. Gözüm karaydı. Aslında herkesin öyle olması gerekirdi. İyi bir sınav için iyi cevap anahtarı gerekirdi. En iyi cevap anahtarı ise sınava girmeden önce verilendi. Sınava gireceksem ona sahip olmalıydım.
Uzun yüzgeçli balıklardan biri sırtıma tutundu. Sapa sola dönerek kurtuldum. Bir diğeri çok kızmışa benziyordu; son anda yüzümden ısırmasını engelledim. Öfkelenmişlerdi. Daha önce buraya kadar çıkan olmamıştı.
Kölelik sınavından çakmış olanlar heybetli patronluk sınavını önemsemiyorlardı. Üniversitelerde çürümeye meğilli insancıklar ise çoktan dirseklerini işe yaramaz tahtaların üzerinde süzgeçleştiriyorlardı.
Döner merdivenler döndükçe başım dönmeye başladı. Yükselen, kısalan, daralan merdivenler halüsinasyon cengaverliğiyle tarihi tarihe dönüştürüyordu. Son katlara doğru ben de küçülmeye başlamıştım. Derim kemiklerimden ayrılmaya çalışıyordu, hayır diyordum.
En iri balıkla son üç merdivene geldiğimde karşılaştım. Uranyum kulesi eğilmişti ve okyanusa düştü düşecekti. İri balık ağzını açtı; bir şeyler söyledi. Bir şeylerden şeylere tellak gibi dönüp dururken ayak izlerimin ve gölgemin olmadığını fark ettim. Varlığımdan varlık çalınıyor gibiydi.
Bir parmağım daha düştü.
Yedi tane kalmıştı; çünk tam bunu düşünürken bir tane daha düşmüştü. Yedi parmak ve iki elle yaşamaya çalışırken gözlerimin önünde balıkların en yücesiyle karşı karşıyaydım.
Yaşama amacımı soruyordu. ‘Ne bileyim ben?’ diyordum.
Özetle hepimiz için aynı cevabı veriyordum. Neden burada olduğumu sorarken burada nedeni aradığımı söylüyordum. Kendisini kendiliğinden ayırırken bir parmağım daha düştü. Altı parmak tek siluette toplanınca ne için yaşadığımı anladım.
Ne için yaşadığımı anladığım anda kaç senedir yaşadığımı unuttum. Evren iç içe giriyordu. Sistemli kölelik sınavlarından geçip mezun olanlar balık oluyordu. Balık olmayanlar diplomalı kurbağalara dönüşüyordu.
Şehirlerde uranyum kuleleri dikiliyordu ve düş gördüğünü sanarken kendini uranyum kulelerinde bulanlar hafta sonları uranyum kulelerinin bacalarına tırmanmaya çalışırken kölelik sınavını geçmiş balıklar tarafından yutulup vahşi ve ekonomik ekosisteme katılıyordu. Fonda eğlenceli şarkılar çalarken dört bin liraya lüks arabadan inen lüks adam sinek dövmesi yaptırıyordu.
Diplomalı üniversite kurbağaları üniversite kurbağaları yetiştirmek için kurbağa hocalığı sınavına giriyorlardı. Kazananlar hoca oluyordu; ama zaman zaman… Olamayanlar balıklığa geri dönüp ekosistemi devam ettiriyorlardı, olanlarsa ellerinde elli kuruşluk çikolatalarla lüks arabasından inen lüks adamın dövmesinin ne kadar ettiğini düşünüyordu.
Sorular önemliydi; sınavlar bir hayli. Balık, kurbağa diye ayrılmıştık.
Dedim ya hepsinin sınavı var diye.
Balıkla karşılıklı duruyorduk. Yüceydi, ama inceliyordu. Ensesinden tutup kendime çektim. Islaktı. Bir parmağım daha koptu. Cevap anahtarını alıp kaybolacaktım; olmamaya yakındı. Kendimi kaybediyordum. Balıkla göz gözeyken konuşmaya çalışıyordu. Boğazını sıktım.
‘Dur’ dedi. ‘Bu dünyayı yok etmek için kurbağaları öldürmen lazım!’
Hangi kurbağalar olduğunu sordum. Kurbağa yetiştiren kurbağalar diyerek son nefesini verdi. Okyanusun dibine doğru bıraktım.
Haklıydı. İşe yaramazın başı üretmeyen; parmaklarımızı yaşarken ve merdivenleri tırmanırken kemirerek yiyen kurbağa yetiştiren kurbağalardı. Onlar üniversitelerin başında balık bıyıklarıyla otururken okyanusun çekimine rağmen yükselmeye çalışan parmakları kemiriyorlardı.
Parmakları…
Kemiriyorlardı…
Oysa onların tanrı; bizlerin tanrı olmaya çalışan peygamberler olmamız gerekirdi.
Tanrım.
Parmaklarımı istiyorum.
Olmazsa gölgemi.
Siluetimi…
Kurbağalar mı?
Onlar en güzel haftanın son günü ölür!