TAM KORKMAKTAN YORULMUŞTUK DERKEN…
Hem beyazperdede hem de pc ve konsollarımızda yoğun bir korku – gerilim sirkülasyonu oldu bu yıl. Sadece nicelik olarak değil, nitelik açısından da beklentimizi karşılayan işlerle haşır neşir olduk. Kimi zaman hayal kırıklığına uğradık, çoğu zaman da –ne yalan söyleyelim şaşırdık! Bağımsız oyunlar bir taraftan, milyonlarca dolarlık bütçesi olan kalburüstü yapımlar diğer taraftan bizleri, soluk soluğa kalana kadar korkutmaya ant içmiş yapımcıların ellerinden çıkmışlardı.
İşin kötüsü, seçme şansımızın artmaya başladığı böyle bir bolluk döneminde, beklentileri yıkan örneklerin göze daha fazla batmaya başlamasıydı. Kabul etmek gerekir ki, hayatımıza bir hışımla giren Outlast ve türevleri, hem korku oyunlarına hem de bağımsız yapımlara bakış açımızı kökten değiştirmeyi başaracak denli başarılıydı. Haliyle, ardından gelecek türdeşlerinin, ister istemez kendisiyle kıyaslanması kaçınılmaz oldu!
KORKMAK YA DA SİNİR KRİZİ GEÇİRMEK… İŞTE BÜTÜN MESELE BU!
The Evil Within, tartışmaya pek de mahal bırakmayacak şekilde yılın en çok beklenen oyunlarından biriydi. Daha proje aşamasındayken Resident Evil ve Dino Crysis gibi serilere taktığı kanatla adını cümle aleme duyurmuş Shinji Mikami gibisinden bir dehanın varlığı bir taraftan, Bethesda’nın etiketi diğer taraftan oyun severlerin merakına kırbaç vurmuştu! Bu da yetmezmiş gibi oyunun ilk 10 dakika videosunun da yayınlanmasıyla birlikte, beklentiler tavan yapmıştı.
Öyle ya da böyle The Evil Within, yılın çok beklenen oyunları listesinin zirvesine adını kalın kalın yazdırmayı başardı. Orijinal fikirlerin tükenmeye başladığı ve korku – gerilim namına ne varsa devam oyunlarında hibe edildiği böyle bir dönemde, yusufçuk kuşuna pencereyi açan iki yeni oyundan biriydi TEW (diğeri elbette ki Alien: Isolation). Peki Mikami’nin; çimlerin kırağı bağladığı şu soğuk günlerde, üşümemek adına üzerine Bethesda yeleği geçirdiği The Evil Within, beklentileri karşılayabildi mi dersiniz? Gelin orasını biraz tartışalım…
Mikami, en son projesi olan Resident Evil 4’ün ardından eski ihtişamlı günlerine dönebilmeyi başaramadı ne yazık ki. God Hand ve Vanquish gibi oyunların ardından yeniden bildiği gerilimli sulara atlayan Mikami’nin ne kadar isabetli bir karar verdiğiyse tartışmaya fazlasıyla açık.
Nitekim Resident Evil 4 oyunundan tam 10 sene sonra hemen hemen aynı işleyişe, aynı mekaniklere ve aşağı yukarı aynı konsepte sahip bir oyunun altına imza atmak; ya ayarı kaçmış bir nostalji sevgisinin ya da düpedüz yeni bir konsept yaratma konusundaki sıkıntının ürünü olsa gerek!
BU OYUNU BİR YERLERDEN TANIYOR GİBİ MİYİZ?
İddia makamı kisvesi altında The Evil Within’i ipe göndermeden önce savlarımızı tartalım biraz da… Öyle ya! TEW ateşlere atılacak kadar ilginç hatalara ve yavanlıklara ev sahipliği yapsa da garip bir incelikle oluşturulmuş sanat işçiliğine, lezzetli kadrajlara ve ilgilisinin kendisini uzak tutamayacağı şahane bir atmosfere de ev sahipliği yapıyor. Yani daha doğrudan bir tabirle, hayatımızda pek çok hayal kırıklığı gördük görmesine ama bu kadar kafamızı bulandıran bir örnekle çok sık karşılaşmadığımız gün gibi ortada!
Oyunun en büyük kozu girizgah kısmında karşımıza çıkıyor! Pek çoğumuzun döndüre döndüre izlediği gameplay videosunda bizi neyin beklediğini ezberlemiş olsak da; etkileyiciliğinden hiçbir şey kaybetmemiş bir şekilde açıyor kapılarını TEW. Krimson Şehri’nden aldığımız bir çağrıyla işe koyuluyoruz. Üç kişilik olay yeri inceleme ekibinin lideri olan Sebastian Castellanos eşliğinde ivedilikle çağrının geldiği akıl hastanesine damlıyoruz. Fakat çok değil, sadece birkaç dakika içerisinde bilincimizi kaybederek; kendimizi mezbahadan bozma bir mekânda, doğranmayı bekleyen bir kurban olarak gözlerimiz açıyoruz.
Karşımızda, oyun tarihinin en hızlı şekillenen girizgâhlarından biri duruyor. Bodoslama dalıyoruz oyuna! Yapımcı Tango Gameworks olaya hemen girerek, adrenalin zengini bir açılışla bizlere nanik çekiyor. Özellikle eli testereli Leatherface özentisi manyak ile saklambaç oynadığımız kısım ve hızardan geçmiş ayağımızla kendisinden topallaya topallaya kaçmamız “aradığımız tat kesinlikle budur” dedirtiyor bizlere.
Giriş kısmındaki dazlak şaşkınlığımız, bir süre daha bizleri terk etmiyor neyse ki. Mesela, elektrikli testereli umacıyı ve klostrofobik hastane koridorlarını ardımızda bıraktığımız vakit, dışarıda bizi hiç de alışık olmadığımız bir dünya bekliyor. Şehir adeta ayaklanıp, yıkılırken; tek bir insan bile görmediğimiz sokaklarda, gazı köklenmiş bir ambülans ile yıkımdan kaçmaya çalışıyoruz. Krimson Şehri’ndeki bu “doğaüstünün de üstündeki” yıkımın sebepleri oyunun ilerleyen kısımlarında bize tane tane açıklanacak ve biz de oyundaki doğaüstü güçlerin kaynağı olan Ruvik ile Silent Hill’in yaratıcı beyni olan Alessa arasında ne kadar çok “benzerlik” olduğuna tanık olacağız. Sadece öykülerini değil, yaratıcı sanat anlayışlarını da birbirlerine benzeteceğiz muhtemelen! Ama o zamana kadar kaosun tadını çıkartmakta fayda var!