BU DEFA SAĞ ÇIKAMAYABİLİRSİNİZ!
Yazar Harry Mason’un, kendisini akıl almaz bir kabusun içerisinde bulduğu o lanet günlerden bu yana tam 15 koca yıl geçmiş! Keiichiro Toyama’nın ellerinde büyüttüğü ve her solukta bizlere de tesir ederek, zaman içerisinde en büyük kabuslarımızdan biri haline gelen Silent Hill serisi, bu gün bata çıka da olsa video oyun tandansındaki en fiyakalı zevklerimizden biri olmayı başardı!
Sıkı Silent Hill fanatiklerinin ne düşündüğü bilinmez fakat ne yalan söyleyelim Kazuhide Nakazawa imzalı (ve pek çok oyun severe göre serinin doruk noktası olan) üçüncü oyunun ardından, istikrarlı bir şekilde irtifa kaybeden serinin yeniden sırtını doğrultabileceği pek de düşünmüyorduk! Her ne kadar seriyle organik bağını kısmen koparma noktasına gelen ve bünyesindeki “fazlalıkları” hızlıca eriterek, bambaşka bir şekilde makyajlanan Silent Hill: The Room’un bu reform girişiminin mayası tutmasa da; daha sonra tatlı tatlı oyuncuları ikna etmeye yönelik “köklere dönüş” martavalları da gerekli etkiyi yaratamadı hani!
Nihayetinde 2011 yılında piyasaya sürülen Silent Hill: Downpour ile birlikte helvasının kavrulmasına ramak kala, yapımcılar nihayet soluk almayı ve seriye by-pass yapmayı başardıkları işler yöntemler geliştirmeyi başardılar. Özellikle video oyun camiasında son yılların yükselen gerilim trendlerini yakalamakla birlikte geçmişle olan organik bağı da mümkün mertebe korumaya çalışan serinin, ihtiyaç duyduğu şeyin, küllerinden doğması olduğunu söylemek hiç de abartı sayılmaz. Fakat bunun bir mucizeden ibaret olduğunu düşünen karamsar oyun severler, şu sıralar yeniden düşünmekle meşguller muhtemelen! Hele ki Outlast ve Amnesia gibisinden bağımsız korku – gerilim oyunlarının, oyuncuların beklentisine verdiği cevap düşünüldüğünde; aslında bu makus talihi delip geçmek için gerekli ip uçlarını görebilmek için kahin olmaya zaten gerek yoktu! Metot ne olursa olsun, aslında korkutmak sanıldığı kadar karmaşık değil; aksine oldukça basit bir hamle değil midir?!
Bu durumda yapımcıların Silent Hill’e hayat öpücüğü kondurabilmeleri için karşılarında iki seçenek duruyordu. İlk şık, tıpkı Resident Evil serisinin zaman içerisinde geçirdiği metamorfozun rotasını takip ederek, oyunu bir aksiyon curcunasına çevirmekti. Bu tercih, her ne kadar yapımcıların yüzünü güldürecek hatırı sayılır bir başarıya gark edecek olsa da; serinin fanatiklerinin kılıçları kuşanıp yapımcıları delik deşik etmemeleri dışında hiçbir alternatif sunamazdı! Diğer –ve nispeten daha garanti geçerliliğe sahip- seçenek ise seriyi yeni video oyun trendleriyle buluşturmak olacaktı! Peki yapımcılar ne yaptı?
Öncelikle kimsenin aklına gelmeyecek bir iş birliğine giderek oyun severlerin ağızlarını sulandırmakla işe başladılar. Metal Gear Solid’in ağası, babası, canı, ciğeri olan Hideo Kojima’yı projenin başına getirerek ilk “köklü” değişim sinyallerini verdiler. Hemen ardından da projeye stratejik anlamda en çok yakışacak diğer isim olan Guillermo Del Toro’yu yanına diktiler. Del Toro, sadece 80’ler gençlerine hitap eden konsept yaratma becerisi ya da Lovecraft satırlarından fırlamış kusursuz görsel işçilik konusunda uzman olmasının yanı sıra; yaratık tasarımları anlamında da seriye taze kan pompalayacak bir isimdi nihayetinde!
Sözü daha fazla uzatmadan işin hikâye kısmını kestirip atmak gerekirse; bu işbirliğinin “şimdilik” fazlasıyla olumlu bir sonuç doğurduğunu söylemek mümkün! Özellikle Chuck Hogan ile ortaklaşa kaleme aldıkları, son günlerin en popüler beyaz cam hadiselerinden biri olan The Strain serisinin televizyon uyarlaması sayesinde; o eski isli tozlu projelere yeniden keskin dönüş yapan Del Toro, Silent Hills’in değişen konseptine en az Kojima kadar yakışmış görünüyor!
Peki bu bahsi geçen ve son yılların en çok rağbet gören demosunda neler vardı? Her şeyden önce, geçmişe saygı duruşu takıntısından ya da küçük modifiyelerle hayranlarının gözünü boyamaktan tamamen arındırılmış yepyeni bir konseptin inşa edildiğini görmek, umutlarımızı yeşertmedi değil! Bu sefer “reform” iddiasının kelime anlamını tamamen dolduran bir oynanabilir içerik var karşımızda. Üstelik serinin en kallavi örneği olan Outlast’i bir süreliğine de olsa unutturacak kadar sağlam bir kroşe oturtuyor oyuncuların suratına! Bunu da sadece 15 küsür dakikalık bir oynanış süresinde başarıyor!
Her ne kadar P.T.’nin tam olarak ana öyküyle bağlantılı olmadığına dair geyikler dönse de (bu konudaki cehaletim göz yaşartacak noktada), oyun ilk duyurulduğu anda kafalara kazınan soru işaretleri şimdilik büyük ölçüde giderilmiş görünüyor. Özellikle Metal Gear Solid ile özdeşleşen Kojima’nın “Oyunun ön siparişini veren herkese birer adet pantolon hediye edebiliriz” geyiğiyle bu alandaki iddiası tescillenirken, yaratık tasarımlarından yaratılan atmosfere kadar Del Toro’nun imzasını opaklığı düşük de olsa görebilmek mümkün!
Uzun lafın kısası, yayınlanan yeni oynanabilir içerik sayesinde Silent Hills de bizleri aşağı yukarı nelerin beklediğini ön görebiliriz. Bu defa topyekün oyuncuyu korkutmak için kolları sıvayan ekip, bu konudaki iddialarını yerine getirebilecek güce sahip olduklarını göstererek gerekli göz dağını verdiler bile! Korkuyla randevumuzun kalan kısmı için biraz daha beklemek zorunda kalacağız…