Beyond: Two Souls Oyun İncelemesi

Hiç kuşkusuz Beyond: Two Souls, son yılların merakla beklenen önemli video oyun hadiselerinden biriydi. Özellikle emektarlar emektarı PS3 konsolunun son bombalarından biri ...

İKİMİZ BİR BEDENDE…

“Ruhlar dünyada boşuna yer işgal etmezler. Eğer buradalarsa mutlaka bir sebepleri vardır.” Jodie

Hiç kuşkusuz Beyond: Two Souls, son yılların merakla beklenen önemli video oyun hadiselerinden biriydi. Özellikle emektarlar emektarı PS3 konsolunun son bombalarından biri olması sebebiyle bir taraftan manidar diğer taraftan da oyuncuların bir kısmını hüzünlendiren bir yanı var!

Beyond: Two Souls, Quantic Dream ve David Cage iş birliğinin perdahı en son başyapıt. Bu iş birliğinin meyvelerinin tadına daha önce bakmış olan oyun severlerin heyecanına ortak olmamak mümkün değil! Nitekim bu birliktelik, Fahrenheit gibisinden lezzetli bir video oyun çeşitlemesiyle başladı ve oyun severlerin, kelimenin tam anlamıyla interaktif bir sinema deneyimi yaşamasıyla sonuçlandı! Hele ki, takımın bir önceki alametifarikası olan Heavy Rain, interaktif sinema deneyimini üst düzeye çıkarmayı başardı. Her ne kadar interaktif sinema tanımı gibi, bu deneyimin kendisi de uzun bir süre tartışma konusu olsa da; QD ve Cage ikilisinin başı çektiği takımının, metotlarını biraz daha derinlemesine kurcaladığı bu özel deneyim, neredeyse kendi markalarının amblemi haline geldi!

Yukarıda da bahsettiğim gibi Beyond: Two Souls, QD’nin kendilerine has oyun deneyimi tariflerinin geldiği –şimdilik- son aşama. Dolayısıyla “bu gerçek anlamda bir oyun deneyimi mi yoksa interaktif sinema oyun severlerin önüne atılmış bir başka ‘sözde’ yenilik mi?” tartışmalarını yeniden harlaması da muhtemel. Peki, bir video oyunun, interaktif bir sinema filmine (ya da süresinin kalibresine göre değerlendirecek olursak bir nevi mini diziye) evrilmesi; gerçekten de bir sorunsal olarak kabul edilebilir mi? Kaldı ki, bu deneyimin atalarından biri sayılabilecek Fox Hunt gibisinden zıpır fiyaskoları düşündüğümüzde; Beyond: Two Souls gibi yapımların; bilgisayar oyunlarını sekizinci sanat yoluna taşıması gerçekten de birilerini rahatsız edebilir mi?

David Cage’in maharetli ellerinde hayat bulan Beyond: Two Souls, pek çok anlamda, yapım ekibinin daha önceki deneyimlerini ve birikimlerini hem bir miksere sığdırıp, karıştırıyor hem de ellerindeki malzemenin üzerine bol bol meyve parçacıkları ekliyor. Her ne kadar, kullanılan temel malzemeden dolayı sıklıkla Heavy Rain ile kıyaslanması kaçınılmaz olsa da, Beyond, kesinlikle birkaç fersah daha fırlatılmış bir taş!

Oyun severlerin üzerinde hem fikir oldukları nokta, Heavy Rain’in hikâyesinin halihazırda cazibesinden hiçbir şey yitirmemiş olduğu. Fakat Cage, Beyond : TS ile birlikte, hem karakterlerini, neredeyse beyazperdedeki emsalleri kadar kanlı canlı bir hale getirmiş hem de oyun deneyimini daha interaktif bir biçimde sunmuş. Dolayısıyla karşımızda, çok karakterli, oldukça çetrefilli bir hikâyeye sahip ve kafi miktarda da aksiyon sosu boca edilmiş bir yapım var!

YEDİĞİMİZ BİR İÇTİĞİMİZ BİR DERKEN…

Gelelim oyunumuzun konusuna. Ana karakterimizin adı Jodie Holmes… Jodie, kendi bedeninde Aiden adında bir başka karakter taşıyan, talihsiz ama bu talihsizliğin bir nevi mükafatı olarak da pek çok özel yeteneğe sahip bir kız. Kısacası Jodie, Aiden ile birlikte aynı bedene hapsolmuş. Fakat Aiden’ın varlığı sadece ruhani bir varlık olmakla birlikte, türlü psişik yeteneklere de sahip! Yani Aiden, bir taraftan zavallı Jodie’nin koruyucu meleği, diğer taraftan da asla yakasını bırakmayan biricik laneti!

Oyun, Jodie’nin yaşamının toplamda on beş yılını konu alıyor. Bu süreçte kilit noktalar olarak değerlendirebileceğimiz ‘an’lara yöneliyor. Cage, bu hikâyeyi anlatırken de kronolojiye sadık bir anlatımdan ziyade, zamansal gelgitlere dayalı, karmaşık bir anlatıyı tercih etmiş. Yani totalde, Jodie’nin 8 ile 24 yaş arasındaki döneminden önemli kesitler sunuyor bizlere Cage. Bu parçaları diktiğimizde de, karşımıza video oyun tarihinin ‘en abartısız tabirle’ en çekici hikâyelerinden biri çıkıyor.

Oyuna başarılı bir biçimde yedirilmiş bu parçalı kurgu, tıpkı Jodie gibi, bizim de Aiden’a karşı yabancılık çekmememizi sağlıyor. Yani Jodie, bir şekilde hayatını kontrol eden, huysuzlukları ve dizginlenemez asiliği ile kendisine zaman zaman kök söktüren Aiden’ı bir şekilde kabullenmiş. Kendi bedeninin içinde bir yerlere Aiden’ı sıkıştıran Jodie, zaman zaman etrafındaki olup biten her şeye bulaşan bu paranormal varlığın ne veya kim olduğunu bilmiyor. Jodie, her ne kadar Aiden’ı kabullense de, onu tanımlamaya ve tanımaya falan da çalışmıyor aslında. Hayatını mahvettiği zamanlarda ona lanetler okusa da, başı sıkıştığında yardım istediği kişi yine Aiden oluyor. Genç kızın bu ruhani yoldaşı hakkında emin olduğu tek şey ise, “onun evcil bir hayvan değil, tam anlamıyla vahşi bir mahluk” olduğu…

Yukarıda da söylediğim gibi, oyunda Jodie’nin on beş yıllık dönemindeki, farklı kırılma anlarını deneyimliyoruz. Ailesinin kucağından alınıp, DPA’de neredeyse bir kobay işlevi gördüğü gözlem altı günlerinden, yetenekleri sayesinde CIA eğitim programına katılmasına; Orta Doğu’nun sıcak düşman hattı bölgelerinden, Mojave çöllerine kadar, genç kızın oradan oraya sürüklenişine tanık oluyoruz. Bu olay skalasına baktığımızda, çokça kıyaslanacağı Heavy Rain kadar dingin bir yapıya sahip olmadığını söyleyebiliriz oyunun. Özellikle, Jodie’nin CIA programında yer aldığı bölümler, tartının aksiyon tarafının biraz daha ağır basmasını sağlıyor. Bununla birlikte, en az Heavy Rain kadar vurucu ve yoğun bir öykü anlatımına ve altları ince ince doldurulmuş karakterlere sahip!

Cage’in kaleminin en keyif veren taraflarından biri, oyuncuyu Jodie’ye ve Aiden’a olabildiğince yaklaştırması. Bir noktadan sonra Jodie’nin içinde debelendiği çıkmaz, bizi de en az genç kızın kendisi kadar yormaya başlıyor. Küçük yaşta ailesinden koparılan ve neredeyse benliğini ele geçiren Aiden’ın yol açtığı her türlü felaketten sorumlu tutulan; tıpkı 80’ler gençlik filmlerinde olduğu gibi etrafındaki insanlar tarafından dışlanan ve tabi sahip olduğu potansiyel sebebiyle sürekli tecrit altında yaşamak zorunda kalan Jodie’nin sıkıntıları bir noktadan sonra bizleri de etkilemeye başlıyor ister istemez.

Tabi empati eşiğimiz, sadece Jodie’nin örselenmiş ve izole edilmiş hayatının sınırlarında takılıp kalmıyor. Hikâyedeki hemen hemen her karakter, sanki kanlı canlı birer surete bürünüyor adeta! Elbette bu yaklaşımı, performans yakalama tekniğinin korkunç gücüne bağlayanlar olacaktır. Teknik anlamda, oyunun kat ettiği bu yolun etkisini yadsıyabilmemiz pek de mümkün değil am, karakterleri şahlandıran, hiç kuşkusuz Cage’in ne karalamasını bilen kalemi gibi görünüyor.

Oyundaki parçalı anlatımın da kendine has artıları var tabi. daha lineer bir anlatıma yaslanarak Jodie’nin hayat hikâyesinin altından girip üstünden çıkmak gibi bir derdi olmamış ekibin. Aşağı yukarı 15 seneyi kapsayan bu zaman diliminin kronolojik hattında, gayri nizami bir biçimde karşımıza çıkan her parça; ince ince işlenmiş titiz bir öykü sunuyor bizlere. Öyle ki, Jodie’nin varoluşçu ve yer yer melankoli çamuruna saplanan yolculuğu (CIA çatısı altından maceradan maceraya koşturması, Mojave çölünde yaşadıkları ya da DPA’daki bir nevi kobaylık görevi gördüğü günler) bir araya getirerek; ortaya gerçekten de tesadüflerden medet ummayan geniş ölçekli bir hikâye çıkarıyor. Bu anlamda tıpkı Heavy Rain’deki gibi, sindire sindire yol alıyor. Fakat yukarıda da söylediğim gibi, öykünün yayıldığı fazlasıyla geniş alanı da düşündüğümüzde, üzerine eklenebilecek en ufak gereksiz detay bile, oyunun ritminin bozulmasına sebebiyet verebilirdi. Neyse ki Cage ve yetenekliler yeteneklisi saz ekibi, bu gibi potansiyel tehlikelerden alınlarının akıyla sıyrılmayı başarmışlar.

GÖRSEL VE İŞİTSEL BİR LEZZET PATLAMASI!

Malumunuz her konsol, emekliye ayrılıp video oyun arenasına veda ederken, son demlerine doğru sağlam kroşelerle, oyun severlere okkalı selamlar çakar. Bu açıdan bakıldığında, istisnaları olmakla beraber, bir konsolun en eğlenceli ürünlerine ya piyasaya ilk sürüldüğü (ki burada ilk deneyim faktörü etkilidir), ya da kepenkleri kapadığı dönemde rastlamanız normaldir. Söz gelimi Last Of Us, Beyond: Two Souls ya da GTA V gibi güncel örnekleri gözümüzü kırpmadan verebiliriz. Beyond: Two Souls, hem grafik işçilik hem de Robert Zemeckis’in iteklemesiyle de beyazperdeyi yavaş yavaş saran performans yakalama tekniğinin; video oyunlar açısından –şimdilik geldiği son nokta. Her ne kadar QD ekibi daha öncesinde Heavy Rain’de de aynı tekniği uygulamış olsalar da (ki aslında Onimusha gibisinden çok daha eski video oyunlarda da performans yakalama tekniğinin en ilkel haline rastlamamız mümkündür) Beyond: Two Souls, bu deneyimi taşıyabildiği kadar ileri taşımayı başarmış durumda!

Performans yakalama maskesinin ardında da oldukça kalabalık bir ekip var ama tabi ki ekibin başını çeken iki önemli isim Ellen Page ve Willem Defoe… X-Men: Last Stand ve Hard Candy ile birlikte dikkatleri üzerine çeken, Juno vesilesiyle de beyazperdedeki en önemli sınavını vererek, dikkate alınması gereken genç yetenekler ligine girmeyi başaran Page; son dönemde yaptığı stratejik tercihler sayesinde daha çok nerd kitlenin radarına yakalanmış durumda. Yine yakın dönemde Last Of Us’daki Elly karakterinin de genç aktristen ilham alındığı yazılıp çizilmiş, fakat daha sonra bunun bir söylentiden ibaret olduğu ileri sürülmüştü. Page, bu ilhamdan gurur duyduğunu fakat başka bir oyun projesiyle cebelleşirken de bu tür söylentilerin projeye zarar vereceğini söyleyerek, ılımlı bir orta yol yakalamıştı demeçlerinde. Öyle ya da böyle, genç kuşağın şeker kıvamındaki cimcimelerinden biri olan Ellen Page, Beyond: Two Souls sayesinde, beyazperdede bu zamana kadar vermiş olduğu sınavlardan çok daha büyüğünü veriyor ve açıkçası bu yükün altından da alnının akıyla kalkmayı başarıyor. Jodie, bu zamana kadar okuduğumuz, izlediğimiz ya da oynadığımız öykülerin ana karakterleri içerisinde, her daim kalıcı olmayı başaracak, unutulmaz bir kahraman kuşkusuz!

Kadronun diğer ağır topu olan Willem Defoe, aslında pek çok takipçinin ön görüsünü haklı çıkaracak biçimde son derece kilit bir karaktere hayat veriyor. Sürprizbozanlık yapmamak adına Defoe’nun, senaryonun neresine ne kadar ağırlık bindirdiğini açık etmek istemiyorum; sadece şunu söylemeliyim ki aktörün kendisinden beklendiği ölçüde, oldukça karmaşık bir karakterin etine kemiğine büründüğünü söylememiz yeterli olur sanırım.

Geçtiğimiz Ocak ayında kansere yenik düşerek yaşama veda eden Normand Corbeil’in son bestelerini içermesi de Beyond: Two Souls’un bir diğer önemli artısı. Son yıllarda öykü, karakter ve müzik paslaşmasının en başarılı bir biçimde harmanlandığı örnekler arasında yine kendine haklı bir yer ediniyor Beyond… Corbeil aramızdan ayrıldıktan sonra oyunun müzikleri bir diğer yetenekli isim Lorne Balfe tarafından tamamlanmış. Daha önce Assassin’s Creed serisinin üçüncü halkasının müziklerine imzasını atan Balfe; Beyond’un müziklerini tamamlamak için Hans Zimmer ile iş birliğine gitmiş. Eh! Ortaya çıkan tınısal mahsul de bu iki dev ismin güç birlikteliğini fazlasıyla hissettiriyor. Bunların yanı sıra mesela Ellen Page’in kendi ağzından dinlediğimiz, Beck coverı Lost Cause gibisinden küçük çaplı ve bir o kadar da keyifli sürprizler de barındırıyor oyun kendi içerisinde.

SANA GÜLE GÜLE DİYEBİLMEK NE MÜMKÜN JODIE?!

Jodie’nin uzunca bir zamana yayılan bu geniş çaplı hikâyesi yavaş yavaş nihayete ererken de, sanki bir arkadaşımızla, bir dostumuzla yollarımızı ayırıyormuşçasına tuhaf oluyoruz. Sanki Jodie’nin başının belası Aiden değil de, bizlermişiz gibi, kopamıyoruz ondan (ki pratikte çok da mantıksız bir yorum değil aslında bu).

Öte yandan, Jodie’yi kendimize ne kadar yakın hissediyorsak Aiden’ı da o kadar yakın buluyoruz. Onun cismen neye benzediği konusunda en ufak bir fikrimiz olmamasına rağmen; kafamızda aşağı yukarı portresini çiziyoruz bir nevi. Hal böyle olunca da, oyun bittiği andan itibaren, iki eski dosta veda edercesine arkalarından mendil sallıyoruz (neyse ki alternatif senaryolar, indirilebilir içerikler ve farklı finaller, oyunun ömrünü fazlasıyla uzatıyor. Bu sayede bir süreliğine, yan daireye taşınmış ve eskisi kadar sık göremediğimiz birer aile ferdi muamelesi görmeye devam ediyor Jodie ve Aiden ikilisi). Hem Aiden hem de Jodie, çıktıkları bu uzun yolculuk süresince değişiyorlar… Birbirlerini de değiştirmekten geri durmuyorlar hani! Onlarla birlikte biz de değişiyoruz sanki biraz biraz…

Son tahlilde, sık sık tekrar edildiği gibi bazı oyunlar hakkında, sayfalarca secere çıkarsak dahi, oyunun bizlerdeki karşılığını anlatabilmek için gerekli kelimeleri bulmamız pek de mümkün değildir. Çünkü öykünün herkeste bambaşka bir karşılığı, dokunduğu bambaşka bir nokta vardır. İşte Beyond: Two Souls bu türden bir klişenin çamuruna yüz üstü battığımız bir oyun! Kuvvetle muhtemel tıpkı emsali ve öncülü Heavy Rain gibi fazlasıyla abartılacak hatta zaman içerisinde şarap misali daha da değerlenecek bir yapım. Her halükarda hakkındaki bütün abartıları da sonuna kadar hak edecektir. Hem oyunun külçe ayarındaki kalitesi hem de karakterlerle kurduğumuz duygusal bağ düşünüldüğünde PS3’ün de “emektar konsollar” arasında anılmadan önce, oyun severlere bahşettiği en buruk vedalardan biri diyebilirim. Yine de kim bilir? Belki de Jodie ve Aiden ile yeniden karşılaşırız. Malum, 15 sene uzun bir süre, Jodie’nin hayatında bizim gördüğümüzden çok daha fazla arbede kopmuş olması da fazlasıyla mümkün… Öyle değil mi?